Osmanlı'da ramazan demek, bir anlamda 'Enfiye Ayı' demekti. Enfiye, tiryakilerin ve hatta tiryakisi olmayanların dahi en fazla tükettiği maddeydi
Buruk bir ramazan başlamak üzere.
Binlerce canımızı depremle toprağa gömdük, milyonlar hala ciddi barınma sorunu yaşıyor.
Toprak bu hayatta insanoğlunun en güvendiği şeydir. Ayağımız yere değdiğinde güvende hissederiz; ama toprak düşman kesildi mi bu hayatta tutunacak çok az şeyimiz kalır.
Velhasıl ramazan kapıda, bu acılarımızı bir nebze azaltıyor. Üstelik yevm-i şek günlerindeyiz.
Eskiden ramazanın gelişini tam olarak saptamak mümkün değildi. Ramazanın gelişinin bir veya iki gün yanlış hesaplanması yaygındı.
Bu sebeple orucunu riske atmak istemeyen bazı kimseler devletin bildirdiği tarihten bir iki gün evvel oruç tutmaya başlardı.
Bugün teknoloji ile beraber yevm-i şek bir sorun olmaktan çıktıysa da bu kez imsak saatleri ile alakalı ciddi tartışmalar söz konusudur.
Ramazanı en özel kılan unsurlardan birisi de sürekli takvimi değişmesidir.
Mesela Şair Nedim, bir önceki yıl baharda oruç tutulurken ertesi sene biranda ve kışın ortasında ramazanın çıkıp gelmesi üzerine yaşadığı şaşkınlığı şu dizelerde anlatır:
Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem
Nazar-ı şâhide ahsentü zihî dikkat-i tâm
Bilemem ben de şâhidde mi takvimde mi
Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm
…
Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım
Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm
Bir iki meblağ-ı berş ile urup öldüricek
Geldiler eylediler böyle cihânı sersâm
Şahid, ramazanın gelişini haber veren gece bekçisidir; ama ahali şaşkın nasıl olurdu da bir anda ramazan çıkagelmişti.
Acaba bu hala afyonu etkisinde olan kimselerin oyunu muydu?
Ayrıca, Lale Devri'nin keyfi içinde şarhoş keyif ehli bu aceleden pek memnun değildir.
Hilalin görünmesi ile heyecan başlıyor…
Ramazan hilalinin görülmesiyle İstanbul'da hayat başka bir hüviyete bürünürdü.
Kilerler haftalar öncesinden doldurulur, ramazana özel alışverişler ve eğlence hazırlıkları yapılırdı.
Devlet memurları nöbet usulüne geçer, yoğun olarak çalışmak zorunda olan devlet daireleri ise kapılarını iftar sonraları açardı.
Bu ayda bizzat hükümet tembihnamelerle yerlere çöp atılmasını ve tükürülmesini yasaklarken herkesin evlerinin önünü temiz tutmasını isterdi.
Yabancı seyyahlar biranda düğmeye basılmışçasına Osmanlı ahalisinde meydana gelen değişimleri büyük bir hayretle karşılardı.
Schweigger 1575 yılında kaleme aldığı İstanbul seyahatnamesinde ramazan coşkusuna değinir ve köpeklerin bile unutulmadığı bir ay olarak tasvir eder:
Türkler ramazan ayında oruç tutar. Gündüzleri bir şey yemez ve içmezler. Akşam namazından sabah namazına kadar geçen sürede istediklerini yer ve içerler. Akşam olduğu vakit minarelerin etrafını çevreleyen ışıklar yakarlar. Bu ışıklar sabaha kadar yanar. Ramazan ayında gündüzleri açıktan bir şey yemek içmek yasaktır.
Bu tür davranışlar da bulunanlar cezalandırılır. Mahalle imamları mahallelerinde bu tür davranışlarda bulunanları tespit eder. Bir gün atla İstanbul sokaklarında dolaşan Nasuh Paşa, şarap içip sarhoş olan bir genç görmüştür. Genç yakalanarak huzûra getirilmiş.
Nasuh Paşa, gencin kendisine gelmesini beklemeden gencin boğazından aşağı bir kepçe eritilmiş kurşun döktürerek genci cezalandırmıştır. Türkler ramazan ayında önemli kişilerin türbelerini ziyâret ederler. Kurbanlar keserek kurban etlerini dağıtırlar.
(Salomon Schweigg,
Sultanlar Kentine Yolculuk)
Tuhaf bir padişah adeti
Osmanlılarda ramazan aylarında tuhaf bir adet vardı. Ramazan ayı gelip çattı mı, herkes soluğu tütüncü dükkânında alırdı.
Ümera, vüzera veya reayadan; hatta bizzat Osmanlı padişahının kendisinin tütüncü dükkânına giderek bir iskemle çekerek sokaktan gelip geçeni izlemek gibi sıra dışı bir âdeti vardı.
Bu durumu iyi bilen tütüncüler bütün bir sene kendilerini ramazan ayında ağırlayacağı tiryakilerine hazırlardı.
Memleketin dört bir yanından getirilen kız saçı tütünler ince ve özel tabakalar halinde misafirlerine koklatılır mest edilirdi ve bu sayede bütün bir sene yapılan satıştan daha fazlası ramazan ayında yapılırdı.
Osmanlıların ramazanda tütüncü dükkânlarındaki en büyük eğlenceleri tütün tiryakilerinin yoksunluğu olurdu.
Bizzat Sultan Mahmut bu geleneğe riayet ederdi ve ramazan ayında tütüncü dükkânına gelerek bu hoş sohbete iştirak ederdi.
Abdülaziz Bey, bu tuhaf geleneği şu sözlerle anlatır:
Bu zatların bazıları ve özellikle tütün meraklıları ramazanda tütüne daha ziyade özen gösterdiklerinden konaklarında tütünün her cins ve en iyi kalitelilerini bulundurdukları halde, oruç haliyle dükkânlarda gördüklerine imrenirler, kendi elleriyle alması daha zevkli olduğundan konağa gelip tütün satan, tütün kıyan tamdık tütüncülerin dükkânlarına girer, çeşit çeşit tütünleri görünce dayanamayıp beğendiklerinin her birinden birkaç okka alır, ağalarıyla konağa gönderir, içmek için akşamı sabırsızlıkla beklerlerdi.
Bu tütüncü dükkânlarının içi çok temiz tutulur, ortada bir şey bırakılmaz, cins cins tütünler dükkânın yanlarında bulunan çekme sürmelerdeki gözlere konur, sarı zincirle bağlı altın şeklinde yapılmış ve basılmış mangır denen pullarla donatılmış, sarı parlak terazilerde tütünler tartılır, elbise şeklinde dikilmiş elvan renk kâğıtlar içine konur, müşterilere öyle verilirdi.
Ramazan günlerinde böyle dükkânlarda oturmak âdetti Beyazıd'da bugün Darü'l-Fünun binasının bulunduğu yerde, sudûr-ı ulema'dan nakibü'l-eşrâf Tahsin Bey'in pederi Kıbrıs muhassılliğinde bulunmuş Kıbrıslı Mehmed Ağa'nın konağı altında bir tütüncü dükkânı vardı.
Sultan II. Mahmud bile bazen ramazanda gelir, oturur, gelen geçeni seyreder ve halinden tiryakiliği belli olanlara yanındakiler aracılığı ile takılır, latife ettirir, eğlenir ve her birine atiyyeler verdirirdi. Padişahın orada olduğunu anlayınca korkup telaşlananlar da padişahı güldürürdü.
Osmanlı'da ramazan demek, bir anlamda 'Enfiye Ayı' demekti. Enfiye, tiryakilerin ve hatta tiryakisi olmayanların dahi en fazla tükettiği maddeydi.
Tunuslu Hayrettin Paşa'dan beri İstanbulluların kullandığı bir uyuşturucu madde olan enfiye için Kani Bey tarafından kurulmuş bir fabrika dahi bulunuyordu.
Tütün yoksunluğunun iftarda yeteri kadar giderilemediğini düşünen çoğu kişi enfiyeyi tercih ederlerdi.
Velhasıl her ramazan olduğu gibi sözü "Ramazan Şairi" Üstat Sezai Karakoç ile bitirelim:
Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. Çünkü: Oruç da canlıdır. Sizin gibi. Hatta sizden fazla. Çünkü: Onda, ölümün eriteceği et ve kemik de yok. İnsan, sağken bile ölüme karışıktır. Biz, hayatla ölümün karıştığı bir terkibiz. Sağken, hayat ölüme baskındır ve ölümü kullanır. Sonra yaşlandıkça, ölüm güçleri yavaş yavaş artar ve ölüm yüzdesi, hayat yüzdesinin üstüne çıkar bir gün. İşte o gün ölmüşüzdür, ölüm hayatı kullanmaya başlamıştır. Toplum yaşayışında da böyle. Ecel olarak gelen ölüm, bu hayat-ölüm çatışmasını kesin bir sonuca bağlar. Ama oruç yüzde yüz diri, saf olarak diridir. Net diridir, insan gibi brüt değildir.
(Sezai Karakoç - Oruç da Acıkır)