Kuzey Anadolu fay hattının etki alanında yer alan İstanbul, tarih boyunca şehri fiziksel ve sosyal olarak dönüştüren pek çok deprem gördü. Roma İmparatorluğu, Bizans ve ardından Osmanlı dönemleri boyunca bu bölgede yaşanan depremlerin İstanbul'daki yıkıcı etkisi sık sık tarihi kayıtlarda yer buluyor.
Son 2000 yılda yaşanan depremlerin ardından tutulan kayıtlarda "Hasar görmeyen ev, yıkılmayan baca kalmadı" ifadesiyle sıkça karşılaşılıyor.
Uzmanlar dünyadaki bazı diğer deprem bölgelerine kıyasla tarih boyunca “başkent” olmuş İstanbul’da eski dönemlere ait çok sayıda yazılı kayıt olduğunu söylüyor.
BBC Türkçe’ye konuşan, ‘Sismik Şehir Manzarası: İstanbul’un Tarihinde Depremler’ makalesinin yazarı, deprem araştırmacısı Elizabeth Angell, İstanbul’u değişik ölçeklerde etkileyen, farklı büyüklüklerde yüzlerce deprem yaşanmış olabileceğini söylüyor.
İstanbul’da yaşayanların hayatında her zaman deprem olduğunu söyleyen Angell, hasara yol açan 358 yılında ve daha sonra 6. yüzyılda depremler olduğunu ifade ediyor.
“İstanbul’da çok sayıda tarihi yapı var ve bunlar tarih boyunca tekrar tekrar hasar görüp yenileniyorlar. Örneğin Bizans döneminde şehir surları birkaç kez yıkılıyor. Ayasofya da aynı şekilde” diyen Angell, Osmanlı dönemine dair daha çok bilgi olduğunu belirtiyor.
Etkisi en büyük depremlerden birinin Osmanlı tarihinde ‘Kıyamet-i Suğra’ (Küçük Kıyamet) olarak bilinen 1509 depremi olduğunu söyleyen Angell, “Tam sayıları bilmiyoruz tabii ama binlerce insan öldü ve ağır yıkım oldu. Şehir surları zarar gördü, pek çok kule yıkıldı, 100 civarı cami hasar gördü” diyor.
Angell, 22 Mayıs 1766’da Marmara Denizi’nin doğusunda meydana gelen ve İstanbul Boğazı ve Mudanya Körfezi'ne kadar uzanan tsunamiye yol açan önemli bir depremin etkilerinin 5 Ağustos’ta aynı bölgenin batısında yaşanan ikinci bir depremle şiddetlendiğini ifade ediyor.
Bu depremlerde 4-5 bin arasında kişinin öldüğünü ve şehirde panik ve kargaşa yaşandığını söyleyen Angell, “Fatih Camii, şehir surları, Yedikule, Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı gibi yerlerde hasar oluştu. Hatta padişah bir süre çadırda kaldı” diyor.
Angell, 1999 Düzce depremi öncesinde İstanbul’u en çok etkileyen ve şehirde ciddi hasara yol açan 1894 depreminin, kentte deprem bilinci ve bilimsel çalışmalar açısından bir dönüm noktası olduğunu anlatıyor:
“1894 öncesinde çoğu kişi depremin nedeni bilinmediği için bunu çeşitli dini sebeplerle anlamlandırmaya çalışıyordu. Bu Bizans’ta da Osmanlı döneminde de, deprem ve depremin dışındaki diğer felaketler için böyleydi.”
İstanbul’un depremin yanı sıra çeşitli diğer felaketlere de sahne olduğunu söyleyen Angell, geçmişte insanların depremden çok yangından korktuğunu aktarıyor:
“Jeolojik zamanda depremler çok sık ancak bir insan hayatında büyük hasar veren depremlere çok denk gelinmeyebilir. Yangınlar daha sık oluyor.
“1894’ten sonra İstanbul’da insanların daha güçlü binaları nasıl yapacaklarına dair düşünüp yazdığını görüyoruz. Bazı binaların, örneğin taş yapıların ahşaba göre daha çok hasar gördüğünü anlıyorlar. Ahşap yapıların daha esnek ve hareket edebilir olduğunu düşünüyorlar. Ancak bunlar İstanbul tarihinde izi olan yangınlara karşı daha savunmasız yapılar.”
Tsunamiler de İstanbul tarihinde önemli bir yere sahip.
Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü’ne göre Türkiye’de son 3.000 yılda kayda geçen en az 90 adet tsunaminin büyük kısmı Marmara Denizi’nde etkili oldu.
1509 depreminden sonra oluşan ve yüksekliği kimi zaman 6 metreyi aşan dalgaların şehrin surlarını aşarak, güzergahları üzerindeki semtlere ağır zararlar verdiği ifade ediliyor.
1894 depreminin ardından da depremin merkezi civarında deniz sularının dalgalandığı ve bazı yerlerde kıyıdan 50 metre kadar çekildiği tarihsel kaynaklarda belirtiliyor.
İlk bilimsel çalışma 1894 depreminin ardından yapıldı
BBC Türkçe’ye konuşan 1894 Depremi ve İstanbul kitabının yazarı Dr. Sema Küçükalioğlu Özkılıç, İstanbul’da büyük yıkıma yol açan 1509, 1719, 1766 gibi depremlerin ardından o dönemlerde bilimsel bir çalışma yapılmadığını, ilk bilimsel incelemenin, modernleşme ve teknik imkanların gelişmesiyle 10 Temmuz 1894 depreminden sonra kaydedildiğini söylüyor.
Üç sarsıntının yaşandığı bu deprem şehirde büyük bir hasara yol açtı. Çok sayıda kişi evsiz kaldı.
Depremzedelerin bir kısmı akrabalarında, otellerde kalırken bir kısmı çadır ve barakalarda yaşadı, depremzedeler için yardımlar toplandı ve hasar tespit çalışmaları yapıldı.
Bu dönemde Osmanlı topraklarında sismik istasyon ve deprem uzmanı olmadığı için sismik kayıtlar yapılamadı. Ancak depremin ardından Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis İstanbul’a davet edildi ve depremle ilgili bir rapor hazırladı.
Küçükalioğlu “Depremi bilimsel olarak araştırmaya gelen Eginitis, 1894 depreminin merkezinin tek bir nokta olmayıp büyük eksene paralel bir bölgede bulunan fay kırığında gerçekleşmiş olabileceğini söylemiş. Dönemin jeologlarından Halil Edhem Bey’in tercümesini yaptığı bir çalışmada, depremin merkez üssünün İzmit Körfezi olduğu ifade edilmiş. Ancak bu dönemde merkez üssünü tespit edebilecek bir sismograf yoktu, dolayısıyla bu verilere ihtiyatla yaklaşmak gerekir” diyor ve şunları ekliyor:
“Eginitis’in raporu, Osmanlı coğrafyasında hazırlanmış ilk bilimsel çalışma. Burada deprem öncesi belirtiler, depremin meydana gelişi, saati, süresi, merkezi, derinliği, şiddeti, etkilediği alan gibi hususlar yer alıyor”.
Deprem İstanbul’un sosyolojik yapısını değiştirmedi
Osmanlı kaynaklarına yansıdığı kadarıyla depremde, 20 bin 300’ü Gebze dahil bugünkü İstanbul il sınırları içerisinde yer alan yaklaşık 21 bin hane hasar gördü.
Küçükalioğlu, depremzedelere yardım etmek amacıyla kurulan İane-i Musabin Komisyonu’nun tespitine göre, 10 bin 171 binanın birinci derece hasarlı olduğunu belirtiyor.
“Depremden en fazla etkilenen yerlerin başında Suriçi, yani tarihi yarımada dediğimiz alan geliyor” diyen Küçükalioğlu hasarın niteliğine dair bir tespit yapılacak olursa, depremde en ciddi hasarın sütunları dükkân sahipleri tarafından zayıflatılmış olan Kapalıçarşı’da ve depremin merkezine yakın olan Adalar’da olduğunu belirtiyor.
Küçükalioğlu “Hemen her depremde hasar gören Fatih Camii ve külliyesi, Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, Heybeliada Ruhban Okulu, İstanbul surları, Babıali binası gibi çok sayıda yapının” bu depremde de hasar gördüğünü ekliyor.
Depremde “devletin resmi kayıtlarına göre 161 kişinin hayatını kaybettiğini, 378 kişinin yaralandığını ve 3 bin 708 kişinin evsiz kaldığını” ifade eden Küçükalioğlu şunları söylüyor:
“Depremin ardından şehrin dışına veya açık alanlara doğru bir hareketlilik var. Evleri az hasarlı ve ekonomik gücü olanlar hemen evlerini onarırken evleri hemen onarılamayacak durumdakiler de ya akrabalarının yanına yahut kiraladıkları başka yerlere veya otellere yerleşiyor.
"Evsiz kalanların bir kısmı da baraka ve çadırlarda yıl sonuna kadar kalıyor. Fakat deprem İstanbul’un sosyolojik yapısını değiştirebilecek nitelikte değildi”.
İletişim ve ulaşım hatları sekteye uğradı
Küçükalioğlu 1894 depreminin “Çanakkale-Bozcaada-Sakız telgraf hattına, denizaltındaki telgraf hatlarına ve telgraf direklerine zarar verdiğini, Soğukçeşme’de bulunan merkez telgrafhane ve Beyoğlu telgrafhanesinin de hasar gördüğünü” söylüyor. Bu nedenle depremin etkilerine ilişkin bilgilerin bir kısmının gecikmeli olarak ulaştığını ekliyor.
Ulaşımda ise hasar olmasa dahi aksamalar yaşandı.
“Hasar görmemelerine rağmen tramvay ve tünel ihtiyaten çalıştırılmadı. Deprem sonrasında bir an önce ailesinin yanına gitmek isteyenler için ek vapur seferleri konuldu, fakat köprüde büyük bir izdiham olduğundan talebe yetişemeyen Şirket-i Hayriye (Boğaziçi'nde yolcu ve yük taşımacılığı yapan vapurculuk şirketi) memurları önce gişeleri kapattı.
“Sonra bunun tepkilere neden olacağından endişe ederek ücretsiz ve biletsiz olarak halkı Boğaziçi’ne taşıdı. Kadıköy, Haydarpaşa ve Adalar’a yolcu taşımacılığı yapan İdare-i Mahsusa da güzergâhı üzerindeki tüm iskelelere uğradı.”
Deprem sonrasında yaşanan en önemli sorun su ve gıdaydı
Depremin ardından arama ve kurtarma çalışmalarının olduğunu ancak bunun “sistemli bir biçimde, organize olarak yürütüldüğünü söylemek zor” diyen Küçükalioğlu, “Deprem sonrasında yaşanan en önemli sorunlarının başında su ve iaşe sıkıntısı geliyor” diyor. Bunda depremin su yollarına, fırın, bakkal gibi yapılara hasar vermesinin etkili olduğunu ekliyor:
“İstanbul’un su ihtiyacını karşılayan Kırkçeşme, Halkalı ve Taksim su yollarıyla Avrupa yakasına abonelik yoluyla su veren Dersaadet Anonim Su Şirketi’ne ait borular hasar gördüğü için sular kesildi.
“Su ihtiyacını karşılamak amacıyla hasarlı olmayan bentlerin ve havuzların suları ile Terkos Su Şirketi’yle anlaşma yapılarak şirkete ait çeşmelerin suları halka dağıtıldı.
“Gıda ihtiyacı için ise, deprem sonrasında kapanmış olan fırın ve bakkallar açtırıldı. Ayrıca fırınlar her zamankinden fazla ekmek çıkartıyordu. Ekmek masrafları önce Şehremaneti (belediye) bütçesinden, masrafların artması nedeniyle ardından da deprem sonrasında kurulan İane-i Musabin Komisyonu tarafından karşılandı."
Çadır ihtiyacını karşılamak zordu
İlk günden itibaren çadır ihtiyacının gündeme geldiğini belirten Küçükalioğlu bu ihtiyacın “talebin çokluğu nedeniyle karşılanamadığını” ifade ediyor.
“Tabii ilginç örneklere de rastlanıyor. Örneğin Kapalıçarşı’da enkaz kaldırma çalışmalarının nedenlerinden biri Çadırcılar’daki çadırların çıkarılarak halka dağıtılmak istenmesiydi. Buna rağmen çadır talepleri son bulmamış.
“Hükümet bu durumda, korkuları yüzünden evlerine giremeyenleri evlerine dönmeye ikna etmeye çalışmış. Diğer yandan evsiz kalan depremzedeler baraka, çadır ve çerge denilen çarşaf gibi bezlerle örtülerek oluşturulan derme çatma yerlerde yaşamlarını bir müddet daha sürdürmüş”.
Yurt içinde ve dışında yardımlar toplandı, etkinlik gelirleri depremzedelere dağıtıldı
“Depremin ardından hasar gören yerler ve ölü-yaralılara dair bilgiler Yıldız Sarayı’na ulaşınca, dönemin padişahı II. Abdülhamid, hâlihazırda kolera nedeniyle kurulmuş olan İane-i Hastagan Komisyonu (Hastalara Yardım Komisyonu)’nu depremzedeler için yardım toplamakla görevlendirdi” diyen Küçükalioğlu, “hasarın boyutunun netleşmesi ve bu komisyonun yeterli olmayacağını anlaşılması üzerine” İane-i Musabin Komisyonu adı verilen bir yardım komisyonu kurdurduğunu ve padişahın bizzat kendisinin de bağışta bulunduğunu belirtiyor.
“Başta bürokrasinin çeşitli kademelerinde görev yapan memurlar, askerler olmak üzere çok sayıda bağış yapılır. Bu bağışlar yalnızca İstanbul’da toplanmaz. Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerinde İzmir, Adana, Bolu, Basra, Bağdat gibi vilayetlerde iane sandıkları açılır.
“Yurt dışında da yardım kampanyaları düzenlenmiş. Ancak II. Abdülhamid, devletin yurt dışındaki imajını zedelememek ve dileniyor görüntüsü vermemek için yurt dışındaki yardım organizasyonlarının devlet eliyle yürütülmesine karşı çıkmış.”
Küçükalioğlu yurt dışından gelen bazı yardımların şartlı bağış olarak yapıldığını da ifade ederek örnekler veriyor:
“İstanbul’daki İngiliz Ticaret Odası Londra Belediyesi’yle işbirliği yaparak bir yardım kampanyası düzenlemiş, toplanan paraları kendi imkânlarıyla depremzedelere dağıtılmış.
“Yardım toplamak amacıyla hem yurt içinde hem de yurt dışında çeşitli etkinlikler de düzenlenmiş. Konser, tiyatro, balo, yarışma gibi bazı etkinliklerden elde edilen paralar İane-i Musabin Komisyonu’na gönderilmiş.”
İstanbul’un geleceğinde depremler
6 ve 20 Şubat depremlerinin ardından olası bir İstanbul depremi yeniden gündemde.
Bilim insanları bu depremin ne zaman olacağını bilmemekle beraber şehirde hazırlık yapılması gerektiği konusunda uyarıyor.
‘Sismik Şehir Manzarası: İstanbul’un Tarihinde Depremler’ makalesinde depremlerin İstanbul hayatının bir gerçeği olduğunu söyleyen Elisabeth Angell, “Görünen o ki deprem tehlikesi gelecek on yıllar zarfında şehrin manzarasının değişmesinde önemli bir rol oynayacak. Bir sonraki depremin İstanbul’u ne zaman vuracağı veya vurduğunda hangi sonuçları doğuracağını kimse bilmiyor. Fakat şurası kesin, depremler İstanbul’un geçmişini olduğu gibi geleceğini de şekillendirmeye devam edecek” diyor.