Yer yarılmış, yarıkların içine evler, insanlar düşmüştü. Kentte büyük bir kaos hakimdi. Kurtulabilen kendini dışarı atmıştı. Şehrin asırlık surlarının boyuyla yarışan dalgaların yarattığı şok da cabasıydı. Sanki kıyamet kopuyordu.
Konstantin'in şehri İstanbul olalı çok olmamıştı.
Fethin üstünden sadece 36 yıl geçmişti.
Takvim yaprakları 16 Ocak 1489'u gösteriyordu.
Osmanlı döneminin ilk şiddetli depremi meydana geldiğinde tahtta Sultan II. Bayezid vardı.
15. yüzyıl ortalarında başlayan Osmanlı tarihçiliği, İstanbul'un fethinden sonra canlı bir döneme girmiş, pek çok eser kaleme alınmış, bu Bayezid dönemiyle birlikte iyice canlanmıştı.
"Teravih-i Ali Osman" da o dönemdeki tarihi olayları kaydeden önemli eserlerden biriydi.
1489 yılındaki zelzeleden "…Safer ayının 13'üncü gününde kuşluk vaktinde şehr-i İstanbul içinde azim bir zelzele vaki oldu, nice minareler yıkılup harab oldu…" diye bahsediliyordu.
Birçok bina hasar görmüştü.
Ve bu ne ilk ne son sarsıntıydı Dersaadet'in keyfini kaçıran.
Sadece şehrin değil Sultan II. Bayezid'in de.
513 yıl önce kopan kıyamet
Asıl büyük sallantı için birkaç yıl daha geçmesi gerekiyordu.
513 sene evvel; tarih 10 Eylül 1509.
Kimine göre akşam saatleri, takriben saatin 10’u gösterdiği an.
Kimine göre sabaha karşı dörde doğru, herkes uykusundayken.
Saati hatta günü hala tartışmalı olsa dahi (sarsıntının aynı yıl, 12 Ağustos tarihinde olduğunu iddia edenler de var) İstanbul tarihindeki en büyük depremlerden birini yaşamıştı 513 yıl önce.
Hem Edirneli Rûhî hem Kemâlpaşazâde’nin kitaplarında böyle diyordu.
Ve nesilden nesile aktarılanlara göre Doğu Akdeniz'in son 500 yıl içinde gördüğü sarsıntıların en yıkıcısıydı.
50 saniye boyunca sürdü sarsıntı.
Büyüklüğü kimilerine göre 7,2, kimi kaynaklara göre ise 8'di.
Depremlerin şiddetini ölçen Mercalli ölçeğine göre sarsıntı "X" (yoğun) ya da "XI" (aşırı) şiddetindeydi.
Öyle ya, 70 ila 100 kilometreyi bulan bir fay yarığının oluştuğu söyleniyordu.
Çınarcık'tan başlamış, Marmara Denizi'nin doğusuna kadar büyük bir alanı kırmıştı.
İddialara göre Adalar segmentinde meydana gelen deprem 45 gün boyunca devam etmiş, yer yerinden oynamıştı.
1010 yılındaki depremde Vordonos Adası gibi batan bir ada yoktu ama Burgazada ile Heybeliada'da büyük zarar vardı.
Bitmek bilmeyen sarsıntılar ve depremin yarattığı tahribat nedeniyle Osmanlı tarihçileri başa gelen felaketi "kıyamet-i suğra" yani "küçük kıyamet" olarak adlandırdı.
Kahire'de bile hissedilen deprem fırtınası
Sadece İstanbul'da değil Bolu'dan Edirne'ye kadar uzanan bölgede ciddi hasara neden oldu deprem.
Hasar gören yerlerin coğrafi konumlarına bakıldığında Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın tek parça olarak kırıldığı yönündeki olasılık güçleniyordu.
Fransız jeofizikçi Prof. Dr. Xavier Le Pichon da yıllar sonra böyle bir öngörüde bulunacaktı.
Yunanistan’dan, Nil Deltası'na kadar geniş bir coğrafyada hissedilmişti deprem.
Hatta Sultan II. Bayezid'in doğduğu şehir, bugün Yunanistan sınırları içerisindeki Dimetoka da bir toprak yığını halini almıştı.
Ama asıl facia Osmanlı başkentindeydi.
Binlerce ev yerle bir olmuştu.
Hatta rivayete göre İstanbul ve Pera'da depremin kendini hissettirmediği, tahribat yaratmadığı tek bir ev bile kalmamıştı.
Fetih sonrası yeniden inşa edilmeye başlanan İstanbul büyük şok içindeydi.
Hava sıcaktı. O yüzden dışarıda barınma konusunda bir sıkıntı olmamıştı.
Ama dev sarsıntıyla birlikte kentteki gıda depoları, fırınlar, dükkanlar, değirmenler de yıkılmış, şehrin suyolları çökmüş, içme suyu şebekesi kullanılamaz hale gelmişti.
Yani ne yiyecek ne içecek vardı.
Muhtemelen, kaos had safhadaydı.
Şehir surlarının Eğrikapı'dan Yedikule'ye kadar ağır hasar gördüğü söylendi.
100'den fazla camide ciddi sıkıntılar oluştu.
Mesela Fatih Camii'nin kubbesi çatlayıverdi.
Caminin şantiyesindeki dört büyük sütunun da tepesi çatlamıştı.
Kubbenin hemen sağ tarafındaki demir kirişler düşmüş, kirişin solun kalan demir kirişler ise bükülmüştü.
Henüz inşası tamamlanmış Bayezid Camii de hasar almıştı.
Elbette sadece bunlarla sınırlı değildi yaşanan tahribat…
Bin 900 yıldır yerinde duran İsa Kapı, Aziz John Theologos Kilisesi dahil pek çok kilise, kervansaraylar, Topkapı Sarayı, Ayasofya'nın bir minaresi, Fatih'in eski sarayının içine dahil ettirdiği Theodosios Sütunu, Anadolu Hisarı, Yoros Kalesi, Kız Kulesi, Galata, hamamlar, okullar, medreseler, dükkanlar ağır hasar görüp yıkıldı.
Bazı bölgelerde yerler yarıldı, su ve kum fışkırdı!
Şehrin surlarını aşan tsunami
Deprem tsunamiye de neden oldu.
Kimi kaynaklar şehrin surları ile Galata'nın duvarlarının bu şekilde zarar gördüğünü söylüyor.
Evet, dalgaların Galata ve İstanbul surlarını aşıp şehrin içine kadar girdiği doğruydu.
Ancak bu dalgaların surları yıktığına dair elde kesin bir bilgi yoktu.
Yine de o günlerden bugüne uzanan dalgaların boyunun altı metreyi aştığından bahsetmek gerekiyor.
Güzergahta yer alan semtleri altüst ettiğinden de…
O dönemden günümüze uzanan tanıklıklara göre tsunaminin de gelişiyle birlikte özellikle Galata bölgesinde çok sayıda ev denize karışmıştı.
Marmara'da gözlemlenen tsunaminin sadece deprem değil, depremin tetiklediği deniz tabanı heyelanlarından kaynaklandığı söylenecekti yıllar sonra.
Tarihsel depremler konusunda uzman olan iki isim, Nicholas Ambraseys ile C.F. Finkel ise depremden 30 yıl önceki bilgilere göre İstanbul ve Galata'nın nüfusunun 160 bin civarında olduğunu, sarsıntı gerçekleştiği esnada nüfus oranının daha fazla olabileceğini belirtiyor.
Kimi kayıtlar en az 4 bin kimi kayıtlar ise 13 binden fazla insanın hayatını kaybettiğini öne sürüyor.
Vefat sayılarına bakıldığında, 4 bin kişinin ölümü tek başına kabul edildiğinde dahi ortaya çıkan manzara korkunçtu.
Çünkü bu her 40 kişiden birinin hayatını kaybetmesi demekti.
Vezir, askerleriyle birlikte toprağın altında kaldı
Ölenler arasında kimi Osmanlı hanedan üyeleri de vardı.
Vezir Mustafa Paşa ve emrindeki 360 atlı süvari yaşamını yitirenler arasındaydı.
Deprem meydana geldiği esnada Gebze’de olan paşa, birliği ile birlikte toprağın altına gömülmüştü!
Yaşanan gerçekten de kıyametin küçük haliydi.
Padişah II. Bayezid mı?
O, depremden sadece birkaç saat önce Topkapı Sarayı'ndaki yatak odasından çıkmıştı.
Eğer çıkmamış olsaydı muhtemelen makamındaki son üç senesini geçiremeyecek, oracıkta can verecekti.
Zira sarayda ciddi hasar gören yerlerden biri de sultanın sarsıntıda çöken odasıydı.
"Osmanlı belasını buldu"
II. Bayezid bunu hem hayra hem cezaya yordu.
Hayırdı çünkü o hayatta kalmıştı!
Cezaydı çünkü divanındakilerin beceriksizliği Allah'ın gazabına neden olmuştu!
İstanbul'un artık bir Bizans şehri olmamasına içerleyen Hristiyan dünyası için ise tüm bu olup biten Tanrı'nın Türklere layık gördüğü ağır bir cezaydı.
Onların nazarında kendilerine karşı silaha sarılan Türkler böyle bulmuştu karşılığını!
Hatırlarda kalan bir başka rivayet ise İstanbul’dan bin 400 kilometre uzaklıktaki Sina Dağı'nın eteklerinde yer alan Aziz Katerina Manastırı'nda yaşananlardı.
İsmi sır olan bir Rum keşiş iddia bu ya depremin olacağını tahmin etmişti.
Hatta "Sultan sarayındayken İstanbul sallanacak!" demişti.
Elbette bu kehanet hiçbir zaman doğrulanamadı.
Efsane olarak asırlarca konuşuldu.
Doğrulanan bilgi mi?
II. Bayezid'in saray bahçesinde kurulan çadırda on beş gün kaldığıydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme dönemi sultanlarının en talihsizi sayılabilecek olan Bayezid, Cem Sultan vakasının ardından şimdi de İstanbul'un gördüğü en büyük depremle uğraşıyordu.
Başkentten göç edilmesine karar verildi.
Divan eski başkent Edirne'de toplanacaktı.
Topkapı Sarayı'ndan Edirne'deki ahşap eve yolculuk
Sultan, 15 günlük çadır hayatının ardından İstanbul'dan Edirne'ye gitmek mecburiyetinde kalmıştı.
Ama deprem fırtınası bitmek bilmiyordu.
İstanbul'da yaşadıklarını bu kez Edirne’de yaşadı padişah.
Benzer şiddette bir deprem daha meydana gelmişti.
Bunun üzerine Mimar Hayrettin gecikmeden kolları sıvadı.
Topkapı Sarayı'nın görkemli günlerini bir süreliğine ardında bırakmak zorunda kalan han, başına bir şey gelmesin diye artık Mimar Hayrettin'in inşa ettiği küçük ahşap bir evde yaşamaya başlamıştı.
Ama Edirne'deki ikinci depremle birlikte bu kez Tunca Nehri taşmış, birçok insan bu kez sel yüzünden kaybetmişti yaşamını.
Felaketler hem koca bir ülkenin hem artık iyice yaşlanmaya başlayan sultanın yakasını bırakmıyordu.
Afetler devam ediyordu etmesine ama İstanbul için de plan yapılması da elzemdi.
Edirne'de alınacak kararlar İstanbul’un kaderini belirleyecekti.
"Küçük kıyamet" Osmanlı başkentinin Bizans karakterinden sıyrılıp Türk-İslam mimari karakterine evirilmesinin yolunu da açmıştı bir bakıma.
Ama önce kentin tamir edilmesi gerekiyordu.
264 günde baştan inşa edilen şehir…
Anadolu ve Rumeli sancaklarından 66 bini aşkın işçi, 11 bin kalfa ve hepsinin başına da 3 bin yapı ustası getirildi.
Bu "küçük kıyamet" ile birlikte altüst olan şehir için ilan edilmiş bir yapılanma seferberliğiydi.
Tabi bir yandan da masrafları karşılamak gerekiyordu.
1492-1502 yıllarındaki veba salgınları Osmanlı İmparatorluğu'nda pek çok ölüme yol açmış, altı yıl süren kıtlık sıkıntılar doğurmuş, halk iyice fakirleşmişti.
Bir yandan ise ticaretin ipek üzerine yoğunlaşıldığı bir dönemden geçiliyordu.
Öyle ki, sadece Bursa'da ham ipek üzerinden alınan vergi gelirlerinin toplamı 6 milyon akçeye ulaşmıştı.
Bu gelir 1487 senesinden başlayıp 1513’e kadar toplanan 26 yıllık bir gelire eşitti.
513 yıl sonrasının kabaca hesaplamasıyla ortada sadece ipek işinden, bugünün parasıyla 162 milyon liralık bir meblağ vardı.
II. Bayezid döneminde "tekâlif-i örfiyye" adı verilen vergiler bunun dışındaydı.
"Avarız" vergisi adı altında olağanüstü zamanlarda hükümdarın emriyle toplanan vergilerin varlığı biliniyordu.
Devlet gelirlerinin önemli bölümünü ise arazi ile tarımsal üretimden, esnaf ve sanatkârlardan, gayrimüslimlerden, gümrükten, hayvanlardan ve pazar yerinden alınan vergiler oluşturuyordu.
Ama felaket büyüktü!
Sultan deprem için yeni vergilerin alınmasını buyurdu.
Ferman çıkarıldı.
Halk, pamuk elini cebine attı.
Halbuki "ianat" adı verilen doğal afet vergisi zaten mevcuttu.
Neyse, sonuçta aile başına 20 altın bağışlanması kararı alındı.
İnşa çalışmalarına 29 Mart 1510'da başlandı.
Tüm çalışmaların başında, Edirne’de sultana ahşap ev inşa eden Mimar Hayrettin vardı.
Hemen her şey onun nezareti altında yapıldı.
Çalışmaların başlangıcından itibaren şehrin ihyası yaklaşık 65 gün gibi rekor sayılabilecek bir sürede gerçekleşti.
Felaketten 264 gün sonra İstanbul bir parça olsun toparlanabilmişti.
Şehrin surları, köprüler, Rumeli ve Anadolu hisarlarının tahrip olan yerleri, Kız Kulesi, evler, camiler, medreseler, hanlar, çeşmeler ya baştan inşa edilmiş ya tamir edilmişti.
Şehir yeniden kurulmuştu.
Bundan böyle kentte inşa edilecek neredeyse tüm yapıların Ahşap-Karkas yolması emredildi.
Dolgu zeminler üzerine de yapı yasağı getirildi.
Bir bakıma II. Bayezid’in çıkardığı bu ferman, Türkiye’de yapı tipi ve kullanılacak yapı malzemesine dair kurallar getiren ilk yasal önlemdi.
Sultanü’l-âdil, inşaatın tamamlanmasının ardından üç gün üç gece fakirlere yemek dağıtılmasına karar verdi.
Depremin yarattığı tahribatın mali sıkıntıları devam edecekti.
Varlığını devam ettirecek bir başka gerçek ise fay hatlarından başka bir şey değildi.
Bugün kimi deprem uzmanları, deprem bekleyen İstanbul’un 503 yıl öncesiyle benzer bir sarsıntı yaşayacağını söylüyor.
Kıyamet-i suğranın bir benzerinin meydana gelebileceğini ifade eden Prof. Dr. Cenk Yaltırak, nüfusun yüzde 10'u ile şehirlerin yüzde 30'unun depremden olumsuz etkileneceğini ileri sürüyor.
Korkunç, endişe verici ve milyonlarca insanın karşısında senelerdir öylece duran apaçık bir gerçek…