Özgürlük mücadelesi mi burjuva ideolojisi mi? Sağlıklı yaşamın anahtarı mı yoksa hastalıkların habercisi mi? Doğanın kurtuluşu mu yoksa çevreye daha mı zararlı? Etik bir duruş mu vicdani dayatma mı? Peki bal da mı yemiyorlar? Hiç mi?
Veganlık üzerine yapılan tartışmalarda sıkça ortaya atılan bu ve benzeri sorular, bu yaşam biçiminin pek çok alanda kendine yer bulduğunun göstergesi niteliğinde. Bu tartışmalar özellikle son yıllarda popülarite kazansa da veganlığın tarihi çok daha eskiye uzanıyor. Bu terim ilk kez 1944'te ortaya atılırken bugün kutlanan 1 Kasım Dünya Vegan Günü ise aynı yıl kurulan Vegan Society'nin 50. yıldönümü anısına, 1994'te özel bir gün halini aldı.
Veganlık nedir, ne değildir?
Peki veganlık nedir? Hayvanları ve hayvanlardan elde edilen ürünleri tüketmeyi reddetme diye tanımlanan veganlık genellikle bir beslenme biçimi olarak değerlendirilse de aslında hayvanların özgür yaşama hakkını merkezine alan bir ideolojidir. Veganlığın ilk ve geniş çapta kabul edilen tanımıysa şöyle:
Veganizm; hayvanların yiyecek, giyecek veya başka herhangi bir amaçla sömürülmesini ve hayvanlara zulmedilmesini mümkün ve uygulanabildiği ölçüde engellemeyi amaçlayan ve bu doğrultuda hayvanların, insanların ve çevrenin yararına hayvansal maddeler içermeyen alternatiflerin geliştirilmesini ve kullanılmasını teşvik eden felsefe ve yaşam biçimidir. Beslenme açısından da tamamen veya kısmen hayvanlardan elde edilen bütün ürünlerden vazgeçme uygulamasını ifade eder.
Bu yaşam biçimini benimseyen veganlar et, süt, yumurta ve bal gibi hayvansal gıdaların yanı sıra giyim, temizlik ve kozmetik ürünleri tercihlerinde de hayvansal içerikten, hayvanlar üzerinde test edilen veya bir şekilde hayvanlara zarar veren ürünlerden kaçınır. Bu tercihler genel itibarıyla aynı olsa da bazı noktalarda farklılık gösterebilir. Örneğin bazı veganlar, üretim sürecinde hayvanların doğal yaşam alanlarını yok ettiği ve çeşitli türleri, soylarının tükenme riskiyle karşı karşıya bıraktığından bitkisel olmasına karşın palm yağı tüketmiyor. Ayrıca bazı markaların ürünlerinde kullandığı hindistan cevizlerini maymunlara toplattığı gerekçesiyle pek çok vegan bu ürünlerden uzak durmaya çalışıyor.
Veganlıkla ilgili tartışmalarda vejetaryenlik, pesketaryenlik, fleksitaryenlik ve çiğ veganlık gibi ifadeler de ortaya atılıyor. Peki bunlar tam olarak ne anlama geliyor?
Veganlık hayvansal ve üretim sürecinde hayvanların kullanıldığı tüm ürünleri reddetmek anlamına gelirken vejetaryenler yalnızca hayvanların etini yemeyi bırakır. Öte yandan bazı vejetaryenler yumurta veya süt ürünlerini de tüketmezken, bu tercihin arkasında etik, çevresel veya sağlıkla ilgili sebepler yatabilir.
Pesketaryenliği vejetaryenlikten ayıran şeyse bu beslenme biçimini benimseyenlerin balık ve diğer su canlılarının etini yemesi. Pesketaryenlerin motivasyonları çevresel kaynaklı olabileceği gibi genellikle sağlık endişeleri nedeniyle balık tüketirler. Esnek (flex) ve vejetaryen kelimelerinin birleşiminden oluşan fleksitaryen beslenmeyse, adından anlaşılabileceği gibi zaman zaman et ve diğer hayvansal ürünlerin tüketildiği, daha esnek bir vejetaryenlik biçimidir.
Vegan ve çiğ beslenmenin beraber uygulandığı çiğ veganlıkta da etik veya çevresel gerekçeler yer alabilirken genellikle sağlıkla ilgili kaygıların ön planda olduğu söylenebilir. Çoğunlukla meyve, sebze, kuruyemiş ve tohum gibi gıdaların tüketildiği bu beslenme biçiminde, yiyecekler ya tamamen çiğ ya da 40-48 santigrat derecenin altında ısıtılarak tüketilir. Yiyeceklerin pişirildiğinde besin değerini kaybettiği düşüncesiyle bu beslenme tarzı tercih edilirken, çiğ veganlar işlenmiş gıdalardan da kaçınır. Önceki aylarda çiğ vegan diyetle beslenen sosyal medya fenomeni Zhanna Samsonova'nın ölümüyle çiğ veganlık gündeme gelirken, Samsonova'nın besin yetersizliğinden hayatını kaybettiği öne sürülmüştü. Uzmanlar bu beslenme biçiminin bazı riskler taşıdığını belirtse de faydalarına da dikkat çekerek düzgün planlanması gerektiğini belirtiyor.
Kısacası diğer terimler bir beslenme biçimini ifade ederken veganlık, hayatın her alanını etkileyen ve çoğunlukla politik veya etik bir altyapıya sahip bir yaşam tarzıdır. Öte yandan sağlık veya çevresel nedenlerle vegan beslenmeyi tercih eden kişiler de var.
VEGANLIĞIN DÜNÜ
Veganlığın ortaya çıkış sürecine bakarken bu düşüncenin izlerini MÖ 6. yüzyıla kadar sürmek mümkün. Akdeniz ve Asya'da et yemeye karşı düşüncelerin benimsenip teşvik edildiğine dair bilinen en eski örnekler bu dönemlerde görülürken, bugün uygulanan biçimiyle veganlıktan ziyade vejetaryenliğin daha hakim olduğu söylenebilir.
Bu eğilim genellikle dini veya ahlaki gerekçelere dayanırken farklı yerlerde yaşayan düşünürlerin söylemlerinde, insanlarla hayvanların eşit konumda olduğu düşüncesinin de önemli bir etken olduğu görülüyor. Hatta iki tür arasında kurulan bu denkliğin, bugünün veganlarının sıkça tercih ettiği "insan olmayan hayvan" (nonhuman animals) ifadesinin izlerini taşıdığını da söylemek mümkün.
Pisagor ve öğrencileri
Etin etten yapılması; bir canlının başka bir canlının ölümüyle yaşaması ne kadar yanlış!
Romalı şair Publius Ovidius Naso'nun bu sözleri atfettiği Pisagor, etik vejetaryenliğin ilk savunucuların biri kabul edilebilir. MÖ 6. yüzyılda yaşayan Yunanlı düşünür Pisagor matematik, müzik ve felsefe alanlarındaki çalışmalarıyla bilinirken, hayvanların etini yemenin yanlış olduğuna dair düşünceleriyle de Batı felsefesinde kayda değer bir etki yaratmış, hatta "Pisagorcu" kelimesi zamanla vejetaryenle eş anlamlı hale gelmişti.
Pisagor yalnız insanların değil, hayvanların da ölümsüz ruhları olduğunu ve ölümden sonra insanların hayvan, hayvanların da insan olarak dirilebileceğine inandığından et yemeye karşıydı. Kökenleri MÖ 5. yüzyıla dayanan ve Antik Yunan'da vejetaryenliğin bilinen en eski örneği sayılabilecek Orfizm inancında da benzer bir düşüncenin hakim olduğu görülüyor. Et yemenin ruhu kirletip insanların birbiriyle savaşmasına yol açtığını ve daha üst bir gerçeklikle birleşmeyi engellediğini düşünen Yunanlı felsefeci, öğrencilerini de vejetaryenliğe teşvik ediyordu.
Öncüsü gibi et yemenin savaşlara yol açtığını düşünen felsefeci Platon (Eflatun), ideal ülkenin vejetaryen olması gerektiğini savunuyordu. Ancak nasıl beslendiği hakkında pek bir şey bilinmeyen Platon'a göre hayvanların ölümsüz ruhları yoktu ve evren insanların hizmetindeydi. Hayvanlara adil davranılması gerektiği düşüncesinden ziyade insanı merkezine alan gerekçelerle et yemeyen bir diğer isim de Stoacılığın kurucusu Zenon'du. Zenon ve Stoacılar zevk almak için değil beslenmek, sağlıklı yaşamak, öz farkındalık ve disiplini geliştirmek için yemek yenmesi ve daha basit gıdalar tüketilmesi gerektiğine inanıyordu.
Et yemenin ahlaki açıdan yanlış olduğu düşüncesinin Pisagor'dan sonra da Antik Yunan'da kendine yer bulduğu görülüyor. Bu bakış açısına, botaniğin kurucusu kabul edilen ve Aristo'nun ardından Likeion'un başına geçen Theofrastos da sahipti. Vejetaryenliği dini temellere dayandıran felsefeci, hayvanları kurban etmenin tanrıları kızdırdığını ve toplumu ateizme yönelttiğini düşünüyordu. Pisagor'un savaşla et yemek arasında kurduğu bağı, Theofrastos'un farklı şekilde kurduğu da görülüyor: Ona göre savaşlarda ekinler yok olduğu için insanlar hayvanları yiyordu.
Pisagor'un yaşadığı dönemde Yunanlı ve Romalılar büyük ölçüde tahıl, sebze ve meyveyle beslense de aynı zamanda hayvanların spor için öldürüldüğü bir ortam vardı. Bu ortam Pisagor'un düşüncelerinin yayılması önünde engel teşkil ederken, vejetaryenlerin genellikle et yemediğini gizlemek zorunda kalmasına yol açıyordu. Pisagor'dan sonra gelen düşünürlerin, insanların et yememesi gerektiği fikirlerini hayvanlardan ziyade insan merkezli gerekçelere dayandırması da bunun sonucu olabilir.
Ancak sonraki dönemlerde, özellikle milattan sonra bu bakış açısının değiştiği görülürken iki isim öne çıkıyor: Plutarkhos (MS 46-120) ve Porfiryus (MS 234-305). Bu iki düşünürün yanı sıra onlarla yakın dönemlerde yaşayan Plotinos'un (MS 205-270) da bugünün veganlık ve vejetaryenlik tartışmalarının merkezinde yer alan argümanlar kullandığı görülüyor.
Yunanlı felsefeci Plutarkhos, yalnızca hayvanların düşünebilen canlılar olduğunu savunmakla kalmadı, insanların et tüketmeye uygun sindirim sistemleri, dişleri ve çene yapıları olmadığının da üzerinde durdu. Vejetaryenliği savunduğu çeşitli yazılar kaleme alan Plutarkhos, Et Yemek Üzerine isimli makalesinde hayvanların öldürülmesiyle insanların öldürülmesi arasında paralellik kurmasıyla da öne çıkıyor.
Yeni Platonculuk'un kurucusu Plotinos da tüm hayvanların acı ve sevinç hissettiğini savunarak Pisagor gibi, daha üst bir gerçekliğe ulaşmanın hayvanlara şefkatle yaklaşmaktan geçtiğine inanıyordu. Plotinos yün ve hayvan işçiliğine karşı olmasa da hayvanlardan elde edilen ilaçları kullanmayı reddediyordu.
Plotinos'un öğrencisi Porfiryus da hayvanların düşünebilen canlılar olduğunu ve adil davranılmayı hak ettiğini savunuyordu. Plutarkhos'la birlikte Batı'daki erken dönem vejetaryenliğin önde gelen isimleri arasında yer alan felsefeci, Pisagor'a benzer şekilde et yemenin insanları şiddete sevk ettiğine inanıyordu.
Asya'da vejetaryenlik, ahimsa ilkesi etrafında şekilleniyor
Vejetaryenliğin Asya'daki ilk örneklerine bakıldığında dinin merkezi bir rol oynadığı görülüyor. Hindistan'daki en yaygın inançlar olan Caynizm, Budizm ve Hinduizm'de hayvanları yemenin yanlış olduğu düşüncesi farklı biçim ve derecelerde gözlemlenirken vejetaryenlik, MÖ 4. yüzyılda bölgede yaygınlaşıyor. Hayvanların hissedebilen canlılar olmasından dolayı onları öldürmenin yanlış olduğunu savunan bu üç dinin, insanlar ve hayvanlar arasında eşitlik kurduğunu da söylemek mümkün.
Hindistan merkezli bu dinlerde Sanskritçede "şiddete başvurmamak" anlamına gelen ve diğer canlılara zarar vermemeyi öğütleyen ahimsa ilkesi temel bir yere sahipken, bu ilke özellikle Caynizm'de çok sıkı bir şekilde uygulanıyor. İnsan ve büyük hayvanların yanı sıra böcekler, bitkiler ve mikroplar da dahil yaşayan bir ruha (jiva) sahip hiçbir canlıya zarar verilmemesi gerektiği savunulurken, Caynizm'in bazı noktalarda veganlığa yaklaştığı hatta zaman zaman daha sıkı bir beslenme biçiminin uygulandığı da görülüyor.
Caynistler genellikle et ve alkolün yanı sıra içinde mikroorganizmalar yaşadığı gerekçesiyle tereyağından ve içlerinde sayısız ruhun yaşadığı düşüncesiyle de soğan, sarımsak, patates gibi kök sebzelerden kaçınır. Ayrıca bu inanca mensup kişiler havadaki mikroorganizmaları öldürmemek adına maske takar ve özellikle en yüksek mertebedeki rahip ve rahibeler karıncalara basmamak için yeri süpürmekten ve sivrisineklere vurmaktan sakınır. Caynistlerin veganlardan farklı olarak süt ve süt ürünlerini tükettiği ve bunun daha eski dönemlerde sütün hayvanlara şiddet uygulamadan elde edilmesinden kaynaklandığı düşünülüyor. Endüstriyel hayvancılıkta kullanılan hayvanların yaşadığı şartların günümüzde gittikçe daha çok Caynistin vegan olmasına yol açtığı söyleniyor.
Caynizm kadar katı bir beslenme biçiminin uygulanmadığı Budizm'de et yemeye dair farklı bakış açıları mevcutken, dinin kurucusu Buda'nın vejetaryen bir yaşam sürüp sürmediği de tartışmalı bir konu. Asıl adı Sidarta Gotama olan ve MÖ 6. veya 5. yüzyılda yaşadığı düşünülen Buda'nın, takipçilerine kimseyi öldürmemeleri veya birinin ölümünde payları olmaması gerektiğini öğrettiğine inanılıyor. Buda'nın daha üst bir bilince (Nirvana) ulaşmak için başkalarının çektiği acılara karşı da duyarlı yaklaşılması gerektiğini ve hayvanların da hissedebilen canlılar olduğunu söylediği düşünülüyor. Bu inanış, Budizm'in farklı mezheplerinde kabul edilse de etin masaya hangi amaçla geldiğinin temel bir ayrılık noktası olduğu görülüyor.
Budizm'in en eski mezhebi olan Theravada'ya göre eğer hayvan, özellikle onu yiyen kişi için öldürülmediyse eti yenebilir. Bu inanca sahip kişilerin Sidarta Gotama'nın öğretilerini içerdiğine inandığı Tripitaka'ya göre Buda "Kişi, bir canlının kendisi için öldürüldüğünü görmediyse, duymadıysa ve bundan şüphelenmiyorsa o canlının etini yiyebilir" diyordu. Ayrıca Buda'nın sadaka olarak verilen eti yediği ve rahipleriyle rahibelerine de kendilerine sunulan yiyecekleri ayırmadan yemesini vaaz ettiği düşünülüyor. Öte yandan Mahayana mezhebine mensup kişiler Buda'nın katı bir vejetaryen olduğuna ve et yemenin kişinin içindeki iyiliği öldürdüğünü söylediğine inanıyor.
Vejetaryenliğin Asya'daki tarihinden söz ederken öne çıkan isimlerden Maurya İmparatoru Asoka, Budizm'i benimseyerek geniş bölgelere yayılmasını sağladı. İktidarında hayvanların öldürülmesini yasaklayan Büyük Asoka bir fermanında şöyle diyor:
Bir hayvan, başka bir hayvanla beslenmeyecek.
Hinduizm'de de ahimsa ilkesi doğrultusunda vejetaryenlik zaman içinde yerleşerek dinin temel bir unsuru haline gelse de ilk dönemlerde tanrılara adak olarak sunulan et ve balığın yenmesine izin veriliyordu. Hinduizm'de inekleri yemenin bırakılmasıysa Sanskritçe yazılan Mahabharata (MÖ 300-MS 300) adlı destanda şöyle açıklanıyor:
Bir zamanlar büyük bir kıtlık yaşanırken, Kral Prithu okuyla yayını alıp Dünya'nın peşine düşerek onu, halkına yiyecek vermeye zorlamış. Dünya, inek şekline bürünerek Kral Prithu'ya canını bağışlaması için yalvarmış; daha sonra halkının ihtiyaç duyduğu her şey için kendisini sağmasına izin vermiş.
Asya tarihinde vejetaryenliğin izlerine dair dini olmayan en önemli örneklerden biriyse 6. yüzyılda Hindistan'da yaşadığı düşünülen Tamil felsefeci ve şair Tiruvalluvar'a atfedilen Thirukkural'da sunuluyor. Kapsamlı bir etik rehber olan Tirukkural'ın en önemli ahlaki emirleri arasında öldürmekten ve yalandan kaçınmak yer alıyor. 133 bölümden oluşan metinde, kast veya inanç gözetmeden herkese şefkatle yaklaşılması öğütlenirken şu ifadelere de yer veriliyor:
Bir hayvanın etini yiyerek kendi etini doyuran biri nasıl gerçekten şefkatli olabilir?
Çin'de vejetaryenlik Budizm'den eskiye uzanıyor
Çin'de vejetaryenliğin izleri İlkbahar ve Sonbahar Dönemi'ne (MÖ 770-476) kadar sürülebilirken bu beslenme biçimi, Taocu ve Konfüçyüsçü bir uygulama olan zhai'yle başlamıştı. Zhai, "yas dönemlerinde ve dua törenlerine hazırlanırken dikkat dağıtıcı düşüncelerden ve (et dahil) uyarıcı yiyeceklerden uzak durarak bedeni ve zihni arındırma" diye tanımlansa da et yemeye tamamen karşı değildi. Bunun gerçekleşmesi yüzlerce yıllık bir döneme yayılırken, vejetaryenliğin ne zaman bir standart halini aldığına dair farklı görüşler var. Bazı uzmanlar MÖ 770-221 dönemine işaret ederken, diğerleri de vejetaryenliğin Shang Hanedanı'na (MÖ 1520-1030) kadar uzandığını belirtiyor.
Ancak vejetaryenlik Çin'de Budizm'le beraber, Tang Hanedanı (MS 618-907) döneminde yaygınlaşmaya başlarken, çoğu uzman bunu ülkede halihazırda yer alan vejetaryenlik kültürüne bağlıyor. İlk vejetaryen restoranların açıldığı ve yemek kitaplarının ortaya çıktığı Song Hanedanı'nda bu eğilim devam etse de 20. yüzyıla kadar nispeten durağan bir seyir izlediği görülüyor.
İmparator Temmu: Japonya'da 12 yüzyıllık et yasağı
Budizm'den etkilenerek hayvanların öldürülmesini yasaklayan bir başka hükümdar da Japon İmparator Temmu'ydu. MS 675'te İmparator Temmu nisanla eylül arasındaki tarım dönemi boyunca sığır, at, köpek, tavuk ve maymun eti tüketimini yasaklayarak, 1200 yıl sürecek bir kırmızı et yasağını başlattı. Bu yasak daha sonra bütün yılı kapsadı ve balık dışındaki hayvanların etinin yenmesi tabu haline geldi.
Bu değişim Budizm'le beraber gerçekleşse de kırmızı etten ziyade balık ağırlıklı beslenen Japon halkı, proteini de et ve süt yerine pirinçten alıyordu. Öte yandan bu yasağın ardından Japon aristokrasininin et yemeyi tamamen bırakmadığı ve zaman zaman Budist rahiplerin bile doktor tavsiyesiyle et tükettiği belirtiliyor. Bazı hayvanların etini yemeye karşı daha sert bir tabu varken, örneğin dört ayaklı hayvanların etini yiyenlerin öldükten sonra dört ayaklı bir hayvan olarak dirileceğine inanılıyordu.
İmparator Meiji'nin 1872'de et yasağını kaldırması ilk başta büyük bir tepkiyle karşılaşsa da zaman içinde Japonya kırmızı et tüketen bir topluma dönüştü. Meiji'nin sığır eti yiyerek bu yasağı kaldırmasının "Japon halkının ruhunu yok ettiğine" inanan bir grup Budist rahip, İmparatorluk Sarayı'na gitmiş, bir kısmı muhafızlar tarafından öldürülürken diğerleri de tutuklanmıştı.
İmparator Temmu'nun başlattığı kırmızı et yasağı, deniz canlılarının kullanıldığı yemekleriyle bilinen Japon mutfağında ciddi değişimlere yol açtı. Etin yokluğunda yemekler balık, sebze ve bakliyat ağırlıklı hale gelirken, pek çok Japon yemeğine umami tadını veren dashi'nin de bu sebeple ortaya çıktığı düşünülüyor.
Kazıklı Voyvoda vegan mıydı?
Bram Stoker'ın vampir romanı Drakula'ya ilham veren Eflak Voyvodası III. Vlad'ın mektupları üzerine yapılan yeni bir araştırma, veganlığın tarihiyle de ilgili bir soru işaretine yol açtı. Kazıklı Voyvoda diye bilinen prensin mektuplarından binlerce protein parçası çıkaran araştırmacılar, gıda proteinlerinin sadece bitkisel gıdalarda bulunduğunu belirterek III. Vlad'ın vegan veya vejetaryen olabileceğini ifade ediyor.
Öte yandan bu beslenme tercihini etik gerekçelere bağlamayan bilim insanları, Kazıklı Voyvoda'nın yaşadığı dönemde çok az yiyecek olduğunu ve Avrupa'daki aristokratların bile nadiren et tükettiğini belirtiyor.
Veganlığın yükselişi
Dünyanın çeşitli yerlerinde, farklı inançlarda ve genellikle hayvanların insanlarla eşit yaşam hakkına sahip olduğu düşüncesiyle vejetaryenliğin benimsediği veya teşvik edildiği görülse de hayvanların, insan yararına kullanımının tamamen önüne geçmeye çalışan veganlığın izine daha yakın dönemlere kadar rastlanmıyor.
Bilinen ilk veganlardan biriyse Arap şair Ebu'l-Alâ el-Maarrî'ydi (MS 973-1057). Bugünkü Suriye'de doğan ve tam adı Ebu'l-Alâ Ahmed bin Abdullah bin Süleymân el-Maarrî olan şair, çocukken yakalandığı çiçek hastalığı yüzünden küçük yaşta kör oldu.
Tüm dinleri kurucularıyla rahiplerine güç ve gelir sağlayan, insanların icat ettiği kurumlar olarak gören El-Maarrî, yaşamın kutsal olduğuna ve hiçbir canlıya zarar verilmemesi gerektiğine inanıyordu. Artık Doğadan Çalmıyorum isimli şiirinde bu düşüncelerini ifade eden Arap şair şu dizeleri kaleme alıyor:
Ve ne olduğundan habersiz kuşların yumurtalarını alarak onlara zarar verme
Haksızlıktan daha büyük suç yoktur çünkü
1800'lerde bir vegan: Dr. William Lambe
Avrupa'daysa etik gerekçelerle et ve süt ürünlerinin tüketimine karşı çıkan ilk isimler olan Dr. William Lambe ve Percy Bysshe Shelley, Batı'da veganlığın tohumlarının yeşermesini sağladı. 1806'da, 41 yaşındayken sağlık sorunları nedeniyle vegan olan Dr. Lambe, daha sonra bu yaşam tarzının yararları hakkında pek çok yazı yazdı:
Tüm çağların deneyimlerinin, sağlıklı birinin bir parça bile hayvansal gıda tüketmeden eksiksiz bir şekilde beslenebileceğini kanıtladığını bilmemenizin imkansız olduğunu düşünüyorum.
Sağlıklı yaşamın yolunun bitkisel beslenmeden geçtiğini söyleyen Britanyalı şair Shelley ise 1813'te yazdığı A Vindication of Natural Diet (Doğal Beslenme Savunması) adlı kitabında toplumsal sorunları et tüketimine bağlıyordu. Shelley, insanlar tarım alanlarından gelen ürünleri hayvanları besleyerek verimsiz bir şekilde kullanmak yerine kendileri yerse, "bir öğünde bir dönümlük alanın yenmesinin" önüne geçerek "çalışkan köylünün aç bebeklerinin uzun süredir çektiği kıtlığı" sona erdirebileceğini savunuyordu.
Donald Watson ve Vegan Society'nin kuruluşu
İnsan bir anne çocuğunu kaybettiğinde ne hissediyorsa inek de buzağısını kaybettiğinde öyle hisseder.
"Vegan" terimini bulan Donald Watson (1910-2005) amcasının çiftliğinin, "artık insanlara hizmet etmeyen her canlının sayılı gününün kaldığı bir ölüm sırası" olduğunu fark ettikten sonra 1924 yılbaşında aldığı bir kararla vejetaryen oldu. Daha sonra 1847'de kurulan, Birleşik Krallık (BK) merkezli Vegetarian Society'ye (Vejetaryen Topluluğu) katılan Watson, zaman içinde vejetaryenliğin reforma ihtiyacı olduğunu düşünmeye ve kendisiyle benzer endişeleri paylaşan "bir avuç kişiyle" yazışmaya başladı.
Ağustos 1944'te Vegetarian Society'nin birkaç üyesinin, bültenin bir bölümünün "süt ürünün tüketilmediği vejetaryenliğe" ayrılması talebi reddedildi. Topluluğun Leicester şubesinin sekreteri Donald Watson, aynı yılın kasımında hem benimsedikleri yaşam tarzı hakkında konuşma hem de bu yaşam tarzını tanımlayan daha iyi bir terim bulma amacıyla 5 arkadaşıyla bir toplantı yaptı. Bu 6 kişilik öncü grup vejetaryen (vegetarian) kelimesinin ilk üç ve son iki harfinin birleşiminden oluşan "vegan" teriminde karar kılarken Watson bunu "vejetaryenin başlangıcı ve sonu" diye açıkladı.
Aynı ay Watson, Vegan News (Vegan Haberler) adlı yeni bir bülten çıkarmaya başladı ve Vegan Society (Vegan Topluluk), ilk toplantısını yaparak kuruldu. Öte yandan 1949'a gelindiğinde veganlığın halen net bir tanımı yapılmadığına dikkat çeken Leslie J. Cross, "hayvanların, insan sömürüsünden kurtarılması ilkesi" tanımını önerdi. Bu tanım daha sonra "hayvanların yaşamının; gıda, eşya, iş, av, canlı hayvan deneyi ve başka her türlü amaçla insanlar tarafından sömürülmesini durdurmak" diye netleştirildi. 1988 kışındaysa hâlâ kabul edilen, bu yazının giriş kısmında aktardığımız tanım kullanılmaya başlandı.
1994'te Vegan Society'nin o zamanki başkanı Louise Wallis'in öncülüğünde, topluluğun kuruluşunun 50. yıldönümü anısına 1 Kasım Dünya Vegan Günü kutlanmaya başlandı. Vegan Society artık bütün kasımı "Vegan Ayı" olarak görürken, bu dönemde veganlığın temel prensipleri anlatılarak toplum bu yaşam biçimine yönelmeye teşvik edilir.
Hippiler ve veganlık
ABD'de vejetaryenliğin teşvik edildiği örnekler 18. ve 19. yüzyılda görülse de 1960'larda karşı kültür hareketiyle beraber kendine yer edinmeye başladı. Vietnam Savaşı'nın ortasında, kapitalizm ve bireyciliğin etkisini giderek gösterdiği bir dönemde barış ve topluluk arayışında olan hippiler, "sistem" karşıtı hareketlerinde yaşamların diğer yönleri gibi beslenme alışkanlıklarını da değiştirdi.
Genellikle vejetaryen olan hippiler hem endüstriyel hayvancılığa karşıydı hem de başkalarına zarar verilmeden yaşanmasını amaçlıyordu. Bunun en önemli örneği de ABD'nin Tennessee eyaletinde kurulan The Farm (Çiftlik) oldu. 1971'de bir grup hippinin tüm canlılara saygı duyulması gerektiği düşüncesiyle kurduğu bu toplulukta çiftlik hayvanı, balık ya da kümes hayvanı yetiştirilmemesi üzerinde anlaşıldı. The Farm'ın kayda değer katkılarından biri de bugün yaygın bir hal alan soya fasulyesi ve tofu gibi Asya kökenli yiyecekleri Batı'ya tanıtmaktı.
VEGANLIĞIN BUGÜNÜ
Vegan bir yaşam tarzını tercih eden kişilerin sayısı artarken bu konu etrafında dönen tartışmalar da gündemde daha çok yer ediniyor. Hayvanların insanlar kadar özgür yaşamaya hakkı olduğunu savunan veganların argümanlarının yüzyıllar öncesine kadar uzandığı görülüyor. Öte yandan veganlık karşıtı bir görüş benimseyenler, hayvansal ürünleri tüketmenin insan doğasının parçası olduğunu ve özellikle vegan beslenmenin sağlıksız olduğunu savunuyor.
Özellikle vejetaryenliğin ilk örneklerinde dinin temel bir rol oynadığı görülürken, günümüzde genellikle etik, çevresel veya sağlık gibi nedenlerle vejetaryen veya vegan bir yaşamın benimsendiği söylenebilir. Öte yandan bazı veganlar hayatlarında yaptıkları bu değişimden yola çıkarak toplumsal bir değişim yaratma amacıyla politik bir duruş benimseyerek bu doğrultuda çeşitli aktivizm yollarına başvuruyor.
Etik veganlık
Etik veganların Vegan Society'nin tanımına harfi harfine uyarak bu tanımın arkasındaki felsefe doğrultusunda vegan bir yaşamı tercih ettiği söylenebilir. Etik veganlar sağlık, çevre veya başka bir sebepten önce hayvanların acı çekmesinin ve sömürülmesinin önüne geçmek adına mümkün olduğu ölçüde hayvansal ürünlerden kaçınır. Etik veganların yaşamlarındaki farklılıklar genellikle bu tanımdaki "mümkün olduğu ölçüde" ifadesi doğrultusunda ortaya çıkar. Örneğin ilaç ve aşılarda genellikle hayvanlardan elde edilen maddeler kullanılmasına ve hayvan testlerinden geçmelerine rağmen pek çok vegan bu ilaçları kullanır ve aşı olur.
Hayvanların yalnızca fiziksel değil duygusal acı da çeken, hissedebilen ve bilinçli canlılar olduğu düşüncesi, etik veganların gerekçeleri altında yatan en temel neden. Koyun, sığır ve at gibi pek çok türün acıyı hissedebildiğini ortaya koyan araştırmaları dayanak alan etik veganlar, aynı zamanda hayvanların bilince sahip olduğu için kişi olarak görülmeyi hak ettiğini savunuyor.
Hayvancılığın çevreye verdiği kayda değer zararlar da etik veganların diğer gerekçeleri arasında yer alıyor. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre çiftlik hayvanlarının yetiştirilmesi, tüm karbon salımlarının yüzde 14'üne yol açarken hayvancılık sektörü, küresel çaptaki sera gazı salımlarının 7'de birinden ve yeryüzündeki tüm tatlı suyun yaklaşık üçte birinin tüketiminden sorumlu tutuluyor.
Bunların yanı sıra veganlığın insanlara da faydası olduğunu belirten etik veganlar, hayvansal gıdaların sağlığa ve çevreye zararlarına dikkat çekiyor. Ayrıca hayvan çiftlikleri ve mezbahalarda çalışan kişilerde travma sonrası stres bozukluğu görülme riskinin ve işçilerin bu yerlerde hastalık kapma ve yaralanma ihtimalinin yüksek olduğu da ifade ediliyor.
Politik Veganlık
Sorulması gereken soru '[Hayvanlar] düşünebilir mi?' veya 'Konuşabilir mi?' değil; 'Acı çekebilir mi?' olmalı.
Yararcılık veya utilitaryanizmin babası kabul edilen Jeremy Bentham bu soruyla, bugün "türcülük karşıtı" denen düşüncenin tohumlarını attı. Türcülük, bir türün diğer türlerden ahlaki açıdan daha önemli bir konumda görülmesi ve bu düşüncenin meşru sayılması diye tanımlanıyor. 1970'lerde Britanyalı filozof Richard Ryder bu terimi ortaya atarken, aynı dönemde Bentham gibi utilitaryan olan Peter Singer popüler hale getirdi. 18. yüzyılda yaşayan Britanyalı felsefeci Bentham'ın hayvan sömürüsüyle kölelik arasında kurduğu benzerlik de günümüzde veganların kullandığı argümanlar arasında yer alıyor.
Politik veganların asıl amacı, rutin hale gelen hayvan sömürüsünü bitirmek adına kolektif bir çabayla hareket etmektir. Bu aktivizm çeşitli şekillerde görülürken, politik veganların tüketime olduğu kadar üretime ve geniş çapta sektörlere de odaklanarak daha köklü bir toplumsal değişim sağlamaya çalıştığı söylenebilir.
Genel anlamda hayvan hakları hareketi başlığı altında tanımlanabilecek bu çabalar doğrultusunda hayvanların veya daha sıklıkla ifade edilen biçimiyle insan olmayan hayvanların, hissedebilen ve bilinç sahibi canlılar olması nedeniyle insanlar gibi ahlaki ve yasal hakları olduğu savunuluyor. Ayrıca hayvan hakları savunucularının her zaman vegan olmadığını da belirtmek gerekir.
Politik veganlar türcülük karşıtı bir tutum benimserken, hayvan hakları hareketinin önde gelen isimlerinden, 1975'te yayımlanan Hayvan Özgürleşmesi'nin Avustralyalı yazarı Singer bunu şöyle açıklıyor:
Tüm hissedebilen varlıkların birbirine benzeyen çıkarlarını eşit derecede gözetmeliyiz. Türcülüğü savunanlar, insanların kendilerini hayvanlardan ayıran özel bir düşünme yetisine sahip olduğunu ileri sürüyor ama sorun şu ki bebekler ve ileri derecede zihinsel engelliler ne olacak?
Veganlık ve sağlıklı yaşam
Etik ve politik veganlar hayvanları odağına alan bir yaklaşımla veganlığı benimserken, bazı kişiler de sağlıklı bir yaşam sürmek için vegan veya bitki ağırlıklı beslenmeyi tercih edebiliyor. Bu noktada veganlıkla ilgili belki de en çok tartışılan konulardan biri karşımıza çıkıyor: Vegan beslenmek sağlıklı mı?
Bu, vegan bir yaşama geçmek istese de yeterli ve düzgün beslenemeyeceği endişesiyle tereddüt eden kişilerin de cevaplamaya çalıştığı bir soru. Independent Türkçe'ye konuşan Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Suat Erus bu soruyu "Vegan beslenmek, insanın ne yemeyeceğini belirler, oysa bir insanın sağlıklı olmasını yedikleri belirler. Bir insan çok sağlıklı bir vegan olabileceği gibi sağlıksız bir vegan da olabilir" diye yanıtlıyor.
Vegan olmanın sağlıklı olmakla bir tutulmasının ana sebebi, onlarca yıldır bize temel besin maddeleri olarak tanıtılan et, süt, yumurta, balık gibi hayvansal gıdaların aslında uzun vadede bazı riskler taşıdığının görülmesi ve vaat edilen faydalarının bilimsel olarak kanıtlanamaması.
Öte yandan bazı uzmanlar hayvansal ürünler tüketmemenin sağlığa zararlı olduğunu düşünüyor. Independent Türkçe'ye konuşan Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, hem hayvansal hem de bitkisel besinler tüketilmesi gerektiğini söyleyerek "Son senelerde giderek alaka görmeye ve uygulayıcıları artmaya başlayan vegan diyet esasında Yedinci Gün Adventist Kilisesi'nin bir dayatmasıdır ve altında başka hesaplar yatmaktadır" iddiasında bulunuyor.
Vegan beslenme, birçok hastalığa davetiye çıkaran 'beslenme' değil bir 'beslenememe' modelidir. Sadece tarım ürünleri yiyerek ve ilave haplar alarak eksik besin ögelerini tamamlamaya çalışmak akla ziyan bir iştir.
Benzer bir şekilde sadece bitkisel besinler tüketmenin sağlığa zararlı olduğunu ifade eden Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Yavuz Yörükoğlu bunu şöyle açıklıyor:
Veganlık çok ekstrem, sağlıksız bir beslenme biçimi. Hayvansal gıdaları hiç yememek olmaz. İhtiyacımız olan beslenme açısından iyi değil.
Vegan beslenmenin yeterince protein, demir, B12 ve omega-3 gibi temel besin maddelerinden mahrum kalmaya yol açtığına dair endişeler de var. Independent Türkçe'ye konuşan Prof. Dr. Yörükoğlu da bu endişelere değinerek vegan beslenen kişilerin "et tüketmeyerek B12 ve demirden, balık tüketmeyerek omega-3'ten mahrum kaldığını" belirtiyor.
Öte yandan Doç. Dr. Erus, "Omega-3, kalsiyum, demir gibi bir çok vitamin ve mineral bitkilerden yeteri kadar alınır" diyerek yapılan çalışmaların yetersizliğine dikkat çekiyor:
Bunların hep daha fazla alınması gerektiği hepçil beslenen insanlarda yapılan çalışmaların sonucu ve veganlarda bu vitamin ve mineraller yüzünden sağlık problemi olacağı bir varsayımdır. Bu varsayımlar hiç bir zaman bilimsel olarak doğrulanamadığı gibi, bu vitamin ve mineralleri eksik olan vegan veya vejetaryenlerde [bu eksikliğin] herhangi bir sağlık sorununa sebep olmadığı gösterilmiştir.
Hayvansal proteinle bitkisel proteinin eşdeğer olmadığına yönelik çalışmalara atıfta bulunan Prof. Dr. Küçükusta ise "Vegan ve vejetaryen beslenenler yedikleri gıdalarda hayvansal gıdalarla beslenenlerinki kadar protein olduğunu zanneder, oysa bu doğru değildir" diyor.
Göğüs Hastalıkları Uzmanı "Hiçbir zaman balıkla alınan omega-3'ün, hap olarak alınan omega-3'le aynı etkiyi yapması mümkün değildir. Bunların maksadı, insanları sağlıklı beslenmeden uzaklaştırmak, hazır gıdalara mahkum etmektir" diye belirtiyor.
Ancak vegan beslenen kişilerin D ve B12 vitaminleri dışında takviyeye ihtiyaç duymadığını ifade eden Doç. Dr. Erus "D vitamini, halihazırda güneşin etkileriyle sentezlenen bir vitamin olduğu için ister vegan olun ister olmayın, yeterince güneş görmüyorsanız (örneğin kışın) D vitaminini takviye etmeniz lazım" diyor.
B12 de normal şartlarda sadece kobalt içeren bitki örtüsünde yaşayan bakteriler tarafından sentezlenir. Eskiden B12 eksikliği diye bir şey yoktu çünkü bitkileri yıkamadan yerdik. Hijyen koşulları sebebiyle bitkilerden B12'yi uzaklaştırdık, hayvansal gıdaların fazladan B12 ve D vitamini içermesi hayvancılığın hayvanlara yaptığı takviyelerden dolayıdır.
Buna karşın veganlığın sağlıksız olduğunu iddia eden Prof. Dr. Küçükusta şöyle belirtiyor:
Veganlık akıl, mantık ve bilim dışı bir uygulamadır, aşırı işlenmiş gıda ve besin desteği endüstrisi tarafından desteklenen bir tür dindir. Veganlığın iklim değişikliğine kesinlikle faydası da olmayacaktır.
Vegan beslenmenin sağlığa etkisi üzerine yapılan tartışmalarda et tüketiminin de sağlıklı ilişkisi ön plana çıkıyor. Özellikle kırmızı et, kanser ve kalp hastalıklarıyla yakından ilişkilendirilirken vegan beslenmenin bazı kanserlere ve tip 2 diyabete yakalanma riskini düşürdüğü belirtiliyor. Prof. Dr. Yörükoğlu da buna değinerek "Hayvansal gıdaların fazlası da zararlı. Paleo gibi diyetler de iyi değil. Çok et tüketimi kalp damar hastalıkları ve kansere yol açıyor" diyor.
İnsanların kilo başına 0,8 gram protein alması gerekiyor. Bunun yarısının hayvansal, yarısının da bitkisel gıdalardan alınması lazım.
Öte yandan sadece bitkisel beslenmenin sağlık açısından zararlı olmadığını vurgulayan Doç. Dr. Erus "Bilimsel olarak, yüzde 100 bitkisel beslenmenin sadece sağlıklı kalmakla değil, birçok hastalığın tedavisiyle ilişkili olduğu gösterilmiştir. Ayrıca son yıllarda artan uzun yaşam çalışmalarında da kilit rol oynadığı görülmüştür" diye ifade ediyor.
Son olarak sağlıklı yaşamanın sadece beslenmeyle başarılamayacağının altını çizen Doç. Dr. Erus "Yaşam şartları, fiziksel aktivite ve sosyal destek gibi parametreler de uzun yaşam için vazgeçilmez unsurlardır" diyor.
Göğüs Cerrahisi Uzmanı "Sağlıklı yaşam için mevisiminde, mümkünse işlenmemiş, bölgesel, her gün en az 5 renk içeren meyve, sebze, tahıl, baklagil ve yemişlerden oluşan bir menü tüketmeliyiz" diye belirtiyor.
Bu şekilde beslenmenin çevresel faydalarına da dikkat çeken Doç. Dr. Erus şöyle ekliyor:
Böylelikle hem toprağın bize sundukları için minimum ilaca gereksinim duyarız hem çevreye daha az zarar veririz hem farklı antioksidanları ve fito besinleri alarak vücudumuzu sağlıklı ve dinç tutarız.
İnsanların ve primatların doğal beslenme rejimi: Hepçil mi otçul mu?
Veganlığın sağlıkla ilişkisi etrafında dönen tartışmaların bir ayağını da insan fizyolojisinin böyle bir beslenme biçimini sürdürmeye uygun olup olmadığı oluşturuyor. Bazı uzmanlar insan sindirim sisteminin et tüketimine uygun olmadığını belirtirken, diğerleri de bunun doğru olmadığını savunuyor. Bu noktada "doğal olarak" nasıl beslenilmesi gerektiği gibi bir soru ortaya atılırken, tartışma "insanlar hepçil mi otçul mu" eksenine kayıyor.
İnsanların ve insanların içinde bulunduğu primat takımının beslenme biçiminin kökenlerine dair yapılan araştırmalar genellikle bitki temelli bir beslenmeye işaret etse de kesin bir görüş birliği sağlanmış değil.
İnsanların 6 milyon yıl önce Afrika'da yaşayan atalarının, primat takımındaki en yakın akrabaları olan şempanzelerinkine benzer şekilde beslendiği düşünülüyor. Çoğunlukla meyve, yaprak, kabuklu yemiş ve böceklerle beslenen şempanzelerin yediklerinin yüzde 3'ünün etten oluştuğu ifade ediliyor. İnsanların şempanzelerden farklı olarak kendilerinden büyük hayvanların etini de yediğini ve etin beslenme biçimlerinin temel bir parçası olduğunu belirten araştırmacılar, et yemenin insan beyninin evrimleşerek büyümesini sağladığına inanıyor.
Bu evrimleşmenin insanların doğrudan atası olan Homo erectus'la başladığını söyleyen bilim insanları yaklaşık 2 milyon yıl önceye işaret ediyor: Etiyopya'daki arkeolojik araştırma alanı Gona'da bulunan hayvan kemiklerinin üzerindeki kesme ve darbe izleri, insanların ataları olan homininlerin en azından 2,6 milyon yıl önce et ve ilik yemeye başladığını gösteriyor. Çoğunlukla meyve, tohum, ve yaprak gibi bitkisel yiyeceklerle beslenen homininlerin beslenme biçimindeki bu değişimin, sıcaklıkların kayda değer derecede artması ve yeşil bitkilerin azalması sonucu yeni enerji kaynakları bulmak zorunda kalmalarından kaynaklandığı düşünülüyor.
Etiyopya'daki bulgular, "insanı insan yapan" şeyin et yemek olduğunun önemli bir kanıtı olarak gösterilse de bazı araştırmacılar buna şüpheyle yaklaşıyor. Geçen yıl yapılan bir çalışmada bu bağlantının sanıldığı kadar güçlü olmayabileceği ifade ediliyor. Üstünde kesme ve darbe izleri bulunan kemiklerin Homo erectus'un ortaya çıkışıyla arttığı düşünülürken bu çalışmada, bunun araştırmacıların daha yakın dönemlerdeki alanlara odaklanmasından kaynaklanabileceği ve daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor.
Hepçil, yani hem hayvansal hem de bitkisel kaynaklarla beslenmenin insanı diğer türlerden ayırdığını belirten Prof. Dr. Yörükoğlu şöyle diyor:
İnsan, doğadaki en başarılı canlı olmasını iki şeye borçlu: zekası ve hepçil olması; tek değil, çok kaynağa bağlı beslenmesi.
Yapılan araştırmalarda insan vücudunun, etin parçalanıp emilmesi için gereken bütün enzimleri salgıladığı fakat bazı bitki parçalarını tamamen sindirmek için gereken bütün enzimleri üretmediği belirtiliyor. Sindirim sisteminin et tüketimine uygun olduğunu ifade eden Prof. Dr. Yörükoğlu da bunu, "Eğer uygun olmasaydı sindirim sisteminde sorunlar ortaya çıkardı" diye açıklıyor.
Öte yandan Independent Türkçe'ye konuşan Sindirim Sistemi Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Hakan Şentürk "Bitki bazlı beslenme, vücudumuzdaki antioksidan kapasiteyi artırır ve lif oranı yüksek olduğundan kalınbağırsağa emilmeden geçiş volümü yüksektir" diyor.
Prof. Dr. Şentürk sözlerine "Kalınbağırsaktaki lifler bağırsak bakterileri (mikrobiyota) tarafından kısa zincirli yağ asitlerine (örneğin bütirat) dönüştürülür. Bütirat bağırsak duvarı bütünlüğünün korunması açısından çok önemlidir ve besinlerde bulunmaz" diye devam ediyor.
Oysa hayvan kökenli mamuller, bağırsakların daha üst segmentlerinde tamamen emilir ve lif içermezler. Dahası hayvansal ürünler sindirim sisteminde metabolize edildiğinde ortaya çıkan ve emilen bazı kimyasal maddeler kanserojen etki gösterir.
İnsanların et yiyip yememesi gerektiğine dair argümanların bir kısmı da diş ve çene yapısı etrafında şekilleniyor. Araştırmalar insanların atalarının daha güçlü çene ve dişleri olduğunu fakat ağızları ve bağırsaklarının çiğ eti değil, bitkisel maddeleri öğütüp sindirmek için tasarlandığına işaret ediyor. Öte yandan insanların et yemeye 2,6 milyon yıl önce başladığı düşünülürken kanıtlar, ateşin yiyecekleri pişirmek için kullanılmasının yaklaşık yarım milyon yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Araştırmacılar, insanların eti pişirerek yemeye başlamadan önce aletler yardımıyla küçük parçalara ayırarak tükettiğini tahmin ediyor.
Diş ve çene yapısının insanların hepçil olduğunun göstergesi olduğunu belirten Prof. Dr. Yörükoğlu da şöyle diyor:
Otçul canlıların kesici ve öğütücü, etçillerinse kesici ve parçalayıcı dişleri var. Fakat insanlarda bu dişlerin hepsi bulunur.
Öte yandan etçil canlıların keskin pençelere ve insanlardan daha büyük köpek dişlerine sahip olmadığı belirtilerek insan vücudunun et yemeye uygun olmadığı da savunuluyor. Ayrıca etçil canlılarda bulunmayan azı dişlerinin insanlarda olması da insan vücudunun otçul canlılarınkine daha yakın olduğunun göstergesi kabul ediliyor.
"İnsan sindirim sistemi otçul hayvanların sindirim sistemine yakın bir hepçil olarak nitelendirilebilir" diyen Prof. Dr. Şentürk ise şöyle ekliyor:
Ancak sindirim sistemi sağlığı üzerine otçul beslenme sayısız yarar sağlarken, etçil beslenme için tersi söz konusudur.
Vegan ve vejetaryen kişilerin bağırsak, mide, ve pankreas kanserine yakalanma riskinin başkalarına göre daha düşük olduğunu gösteren pek çok çalışma yapıldığını belirten Prof. Dr. Şentürk "Bu pek çok diğer kanser için de böyledir" diyor.
Aynı zamanda bitki bazlı beslenme bağırsak ve damar duvarı sağlığı açısından da olumlu bir beslenmedir. Bitkisel dengeli beslenme hiçbir besin eksikliğine de yol açmaz.
Bütün bunlar dikkate alındığında 'İnsan sindirim sistemi hepçil midir otçul mudur' tartışması anlamsızlaşmakta, 'Vegan olmak sağlığa yararlı mıdır' tartışması önem kazanmaktadır. İkinci sorunun yanıtı hem fiziksel hem de bağırsak bakterilerinin çeşitlenmesi ve bunun insan emosyonel sistemi üzerine olumlu etkisi dikkate alındığında, ruhsal olarak, tartışmasız, 'Evet'.
VEGANLIĞIN YARINI
Dünya nüfusunun yüzde 1,1 kadarının, yani yaklaşık 88 milyon kişinin vegan olduğu tahmin edilirken bu kişilerin sayısındaki artış da son yıllarda ivme kazanıyor. Veganların yanı sıra vegan gıda endüstrisi de yükselişe geçerken, raflardaki "vegan" etiketli ürünlerin sayısı da artıyor.
Küresel ölçekte böyle bir artış yaşanırken veganlığı gelecekte neyin beklediği de merak konusu. İklim kriziyle ilgili endişeler şiddetlenmeye devam ederken veganlık da bu tartışmalarda sıkça yer alıyor. İnsanlar sağlıklı bir yaşam sürme çabasıyla farklı beslenme yolları arayışına giriyor. Hem çevre hem insan sağlığı hem de hayvanlar açısından daha faydalı olacağı düşüncesiyle endüstriyel hayvancılığın karşısında etik hayvancılık ve yapay et gibi seçenekler sunuluyor. Peki gelecek vegan mı?
Independent Türkçe'ye konuşan Gazeteci-Yazar ve Hayvan Özgürlüğü Aktivisti Zülal Kalkandelen bu soruyu "Dünyanın geleceği vegan elbette" diye yanıtlıyor.
Çünkü veganizm, şu anda karşılaştığımız temel sorunlara köklü çözümler getiriyor. Öncelikle insan olmayan hayvanların da insanlar gibi bilinç sahibi ve duyguları olduğu gerçeği, bilim insanlarınca kanıtlanmış bir gerçek.
Bunun yanı sıra sağlıkla ilgili tartışmalara değinen Kalkandelen, "Hayvansal beslenmenin insan sağlığına olumsuz etkileri de bilimsel çalışmalarla gün ışığına çıkıyor" diye belirtiyor.
İklim krizini veganlık mı durduracak?
Hükümetler ve şirketler iklim kriziyle mücadelede sera gazı salımını azaltma taahhütleri verirken, hayvansal ürün tüketimi ve üretiminin çevreye verdiği zararlara da dikkat çekiliyor. Birleşik Krallık'ta yaşayan 55 bin kişinin beslenme biçiminin incelendiği yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre vegan beslenme çevreye, et ağırlıklı beslenmeden yüzde 75 daha az zarar veriyor.
Çevresel sorunların çözümü olarak veganlığı işaret eden Gazeteci-Yazar Kalkandelen de şöyle diyor:
İnsan dışı hayvanların yaşam hakkının öncelikle etik nedenlerle kabul edilmesi gerektiği günümüzde daha net anlaşılıyor ama bunu kendiliğinden etik olarak kavrayamayanlar, iklim krizinin yarattığı zorluklar karşısında gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak.
Öte yandan vegan beslenmenin çevre üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceğini ve bir dereceye kadar sürdürülebilir olsa da bazı tarımsal uygulamalar nedeniyle veganlığın toprak kirliliğine, hava kirliliğine ve suyun tükenmesine yol açabileceğini belirterek fleksitaryen beslenmeyi önerenler de var.
Vegan beslenmenin olmazsa olmazları arasında yer almasa da bazı veganların sıkça tükettiği badem sütü ve avakado gibi bitkisel gıdaların üretiminde yüksek miktarlarda su kullanılması, vegan beslenmenin çevreye sanıldığı kadar fayda sağlamadığının göstergesi kabul ediliyor. Genellikle vegan et ürünlerinde kullanılan soya da Dünya Doğayı Koruma Vakfı'na (WWF) göre dünya çapında ormansızlaşmaya neden olan ikinci en büyük tarımsal faktör. Birinci sıradaysa sığır eti yer alıyor.
Kalkandelen ise hayvancılığın çevre üzerindeki etkilerine dikkat çekerek "Yapılan tüm araştırmalar, hayvansal tüketimle küresel ısınma arasındaki yakın ilişkiyi ortaya koyuyor" diye belirtiyor.
Gezegen, insanlığın hayvanları kaynak olarak kullandığı tüketim modeli yüzünden büyük bir hızla zarar görmeye devam ediyor.
Vegan geleceğe giden yol yapay etten mi geçiyor?
2013'te Hollandalı bilim insanı Mark Post'un canlı yayında yapay etle yapılan ilk hamburgeri tanıtmasıyla gıda endüstrisinde yeni bir kapı açıldı. Hayvan kök hücrelerinin laboratuvar ortamında büyütülmesiyle elde edilen yapay et, veganlıkla ilişkisi üzerinden de tartışılırken bu noktada ciddi görüş ayrılıkları yaşanıyor.
Kültür eti diye de adlandırılan yapay etin, üretiminde çok daha az kaynak kullanılması nedeniyle hayvancılık kaynaklı çevresel etkileri azaltması bekleniyor. Yapılan araştırmalarda yapay etin sera gazı salımını yüzde 96'ya, arazi kullanımını da yüzde 99'a kadar azaltabileceği öne sürülüyor. Ancak yakın zamanda yapılan bazı araştırmalarda da çevresel faydaların sanıldığı kadar yüksek olmayabileceği hatta mevcut yöntemlerle yapılan yapay et üretiminin artmasının, küresel sığır eti endüstrisinden 4 ila 25 kat daha fazla emisyona yol açabileceği ifade ediliyor.
Ayrıca hayvanların etinden onları öldürmeden yararlanma imkanı sunduğu için yapay eti destekleyenler de var. Ancak bu yolla üretilen yapay etle ilgili, özellikle veganların ciddi etik soru işaretleri var. Hayvanlar öldürülmeden elde edilse de aslında hayvan eti olduğu için yapay etin vegan ve vejetaryen olmadığı belirtiliyor. Öte yandan bazı veganlar yapay etin aslında vegan olduğunu savunurken PETA, "pek çok kişi et bağımlılığını bırakmayı reddettiğinden" yapay eti desteklediğini belirterek in vitro, yani laboratuvar ortamında tavuk eti üretip piyasaya süren ilk bilim insanına 1 milyon dolar ödül vereceğini açıklamıştı.
Hayvan hücrelerinden üretilmesinin yanı sıra mezbahalarda kesilen ineklerin karnındaki fetüsün kanından elde edilen fetal sığır serumu (foetal bovine serum/FBS) kullanılarak yetiştirildiği için de yapay etin vegan olmadığı ve hayvanların acı çekmesinin önüne geçmediği belirtiliyor. Fakat bazı yapay et üreticileri, FBS yerine canlı ineklerin kan plazmasındaki proteini alarak hayvanların acı çekmediği bir yöntem geliştirmeye çalışıyor.
Vegan gıdaların yaygınlaşması ve yapay etle ilgili farklı bir noktaya parmak basan Yazar ve Felsefeci Martin Cohen, "Son zamanlarda vegan gıdaları teşvik etme amacıyla muazzam bir toplu çaba yürütüldüğünü görüyoruz. Bunun iki yönü var: Birincisi veganlığı bir anlamda 'gelecek' ve çiftçiliği, özellikle de hayvancılığı da geçmiş olarak sunmak" diye belirtiyor. Independent Türkçe'ye konuşan Cohen şöyle devam ediyor:
Bu bağlamda mercimek, kuruyemiş ve soya gibi asırlardır var olan ve çok daha basit protein ikamelerinin yerine, inanılmaz derecede pahalı hücre kültürü teknikleri kullanılarak üretilen yapay etler sunuldu. Ancak bunların hepsi saçmalıktı ve aslında tadı daha kötü olan alternatif gıdalar üretildi. Yani hayır, bu anlamda 'hayır'; veganlığın geleceği yok.
Etik hayvancılık ne kadar etik?
Dünya çapında hayvancılıkta kullanılan hayvanların yüzde 90'ının endüstriyel çiftliklerde veya kültür balıkçılığı yoluyla yetiştirildiği tahmin ediliyor. Bu hayvanların kapalı kafeslerde sıkış tıkış halde, hastalık ve yaralanmalara gebe ortamlarda yaşadığı gerekçesiyle onların eti, sütü ve yumurtasından daha refah içinde yaşadıkları bir mekanda faydalanma imkanı sunan etik hayvancılık öneriliyor. Hayvanların mera ve çayırlarda gezebileceği ve daha sağlıklı bir hayat sürebileceği ortamlar sunan etik hayvancılığın, çevreye ve insan sağlığına da yararlı olduğu belirtiliyor. Ayrıca etik balıkçılığın da "balık rezervlerinin" tükenmesinin önüne geçebileceği ifade ediliyor.
Öte yandan etik hayvancılık yapılan çiftliklerdeki hayvanların aslında pek iyi koşullarda yaşamadığı, salgın hastalıklardan mustarip olduğu veya kanserden dolayı öldüğü de belirtiliyor. Bunun yanı sıra hayvanlar daha iyi koşullarda yaşasa bile nihayetinde öldürüldüğünün üzerinde durarak "etik hayvancılığın mümkün olmadığı" da veganlar tarafından dile getiriliyor.
Veganlığın etik kısmıyla ilgili konuşan Cohen, "Bir şey olumsuz bir çağrışım kazandığında tüketiciler bilinçli bir stratejiden ziyade, moda olan şeylerde yaşandığını düşündükleri değişikliklere tepki veren bir sürü halinde ona karşı hareket edebiliyor" diyerek şöyle devam ediyor:
Aslında bence insanların 'yiyeceklerinin nereden geldiğini' düşünmesi ve çiftlik hayvanlarının refahından büyük endişe duyması gerekiyor. Peki hayvanların asırlardır yiyecek için kullanılması Karşısında yeni bir ahlaki fikir birliği ortaya çıkıyor olabilir mi?
Bu sorusunu "Hayır, sanmıyorum" diye yanıtlayan yazar, etik hayvancılığa da değinerek aile çiftliklerinin "zulüm içermemesini" ve buradaki hayvanların "kısa ama yine de kayda değer hayatlar sürmesini" bu cevabının nispeten önemsiz bir nedeni olarak gösteriyor.
Bundan daha önemli nedense hayvan yemenin doğal olması. Bu, gezegenimizi yöneten yaşam ve ölüm örüntüsünün bir parçası. Bu yüzden hayvanlar diğer hayvanları yiyor. Besin piramidinin en tepesindeki insanlar sadece ekinleri yerse doğanın dengesini bozar.
Öte yandan Hayvan Özgürlüğü Aktivisti Kalkandelen veganlığın, yalnız hayvanlara değil insanlara da toplumsal açıdan sunacağı faydalara değinerek şöyle diyor:
İnsanların neden olduğu adaletsizlikleri sorgulamadıkları sürece kendilerinin de adaleti bulamayacağı ve barışı sağlayamayacağı açıktır. Türcülük, ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi ayrımcılıkların aynı kaynaktan çıktığı da her gün yeni kanıtlarla ortaya konuyor.
Temel olarak hayvanlara yönelik dehşet verici katliamı reddetme, doğayı koruma ve sağlıklı yaşama gibi nedenlerle çözüm veganlıkta!