Renk, çizgi ve şekil soyutlamaları ile ilgili olan nöroestetik, sanat eserlerinin algılanmasıyla ilgili bir çalışma alanı olmakla birlikte bu alanda doğru bilgiye ulaşmak oldukça zor.
Günümüzde, bu alanda çalışan kişi sayısı bir hayli az. Ancak her şeyin hızla ilerlediği bir dönemde, sanat, estetik ve nörolojik bilimleri bir araya getiren bu bilim-sanat alanının hızla gelişeceğine inanıyorum.
Estetiğin görsel uyarıcıları, beynimizdeki ödül sistemleriyle etkileşim halindedir. Bireyin zevk aldığı davranışlar, bu davranışları tekrarlama olasılığını güçlendirir.
Bu güç, bizi güzelliğe doğru çekme eğilimine sokar. Hangi gözlemin hangi davranışları nasıl etkilediğini sanatsal ve nörolojik açıdan önceden tahmin etmek gerçekten çok zordur.
Bu yüzden, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Klinik Nörofizyoloji Bilim Dalı'ndan Prof. Dr. Hande Türker ile beyin ve sanat arasındaki ilişkiyi bilimsel ve sanatsal açıdan bir perspektif ile yakalamaya çalıştık.
Nedir, nöroestetik?
Bilimsellik ve güzellik kavramlarını bir potada gerçekten değerlendirecek bir ölçüt var mıdır, ona da bakmak gerek.
Sanatı kimine göre güzel, kimine göre çirkin bulduran parametreler nelerdir sorularını irdelemek yerinde olacaktır.
Nöroestetik konusunda çalışanlar ve sanatın çeşitli öğeleri üzerinde çalışan, aynı zamanda onlardan zevk alan bireyler, özellikle de nörogörüntüleme araştırmaları arttıkça bu soruların net çözümlerini keşfetmiş olacaklar.
Güzel ve çirkinin, doğru ile yanlış arasındaki ilişkiye baktığımızda, ilk vurgulanması gereken gerçek; tüm düşüncelerin, duyguların, sanata dair her algının, bilginin ve duyarlılığın merkezinin, yani kısacası psişe kavramının merkezinin beyin olduğudur.
Ta eski Yunan'dan gelen ve ilk defa Aristo tarafından kayda değer sorular önderliğinde yol alan felsefe, insan psişesini kalbe bağlamıştır.
Ancak sonraki yapılan her araştırma, insan davranış ve algılarının merkezine insan beynini koymuştur.
2019 yılında, 'Cerebrum' dergisinde yazılan bir makaleye göre, nöroestetik yeni ancak giderek genişleyen bir araştırma konusu olup, bu konunun fizyolojik estetik, biyolojik mekanizmalar ve insan evrimi kesişenleri arasında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Çocukluğumuzda yaratıcı becerilerimizin nasıl hızla geliştiği düşünülürse, 10 yaş öncesi, yani beyin tam olarak miyelinizasyonunu tamamlamadan önce bile yarattıklarımız (çizdiğimiz resimler, yazdığımız şiirler ve öyküler vb.) şüphesiz ki algılarımız, genetik kodlar ve çevresel faktörlerle şekillenen beyinsel kapasitemizin başrolde olduğu bir süreçle şekillenmiştir.
Tam da bu noktada algılar çoğu benzer olabilir, ancak uyandırdığı düşünce, çağrışım veya belleksel çıkarım insanından insana farklılık gösterecektir.
Buna göre, kimileri için hiçbir anlam ifade etmeyen bir resim, şarkı sözü, melodi veya bu unsurların bir araya geldiği sanatsal yapıtlar, örneğin bir film veya sahne sanatlarının bir bölümü, başkaları için farklı algılanacak ve farklı anlamlar taşıyacaktır.
Çünkü bu insanların beyinleri birbirinden farklı çalışmaktadır.
Bu noktada en temel örnekler, cinsiyet farklılıklarından doğan benzersiz algılamalara ilişkindir ve genellikle erkekler ve kadınlar arasındaki fonksiyonel beyinsel farklılıklardan kaynaklanır.
Örneğin, kadınlarda bellek ve belleğin asosiasyonları daha yoğundur.
Yine cinsiyete göre saptanan farklılıklar açısından kadınların, erkeklere oranla yüz ifadesindeki değişimlere ve postür değişikliklerine daha hassas olduğu gözlemlenmiş.
Buna karşın erkeklerin de özellikle görsel ve mekanik görsel uyarılara daha hassas olduğu saptanmıştır.
Tabii ki, bireyler arasındaki farklılıklar sadece cinsiyetle sınırlı değildir. Beynin farklı bölgeleri birbirleriyle ne kadar yoğun bağlantılar kurarsa, algı ve algının temelleri o kadar zengin olur.
IQ ve EQ farklılıkları, sanatsal bakış açısını da farklı kılabilir.
Bir başka konu, sanatsal yapıtların kime göre veya neye göre güzel veya çirkin algılandığı konusudur ki, yanıt aslında çok basittir.
Halk arasındaki tabirle 'gören göze', yani bilim esas alındığında beyne göredir.
Bu da farklı bakış açıları oluşturan beyne bakıldığında gayet norm dâhilindedir.
Örneğin, kimileri soyut sanat, mesela Picassovari eserleri severken, kimileri pastoral peyzajı baş tacı eder.
"Peki, bunun altında yatan bilim nedir?" sorusunun yanıtı zordur. Burada devreye giren ve nöroestetik araştırma konusuna dâhil olan çalışma alanları hala hipotetiktir, yani hipotez halindedir.
Kübik resim, evet, sol beyin baskın bireylere haz verebilir. Bu noktada sağ ve sol beyin arasındaki farklardan söz etmek gerekebilir.
Artık herkesin bildiği gibi, sol beyin mantık, analiz ve kavramları temsil ederken, sağ beyin yaratıcılığı, duygusal ifadeyi ve sezgiyi temsil eder.
Buna göre, bir sanatçının beyninde daha çok sağ yarımın hakim olması beklenir. Ancak son yıllardaki çalışmalar, her iki yarım kürenin de aktif olduğu süreçleri göstermektedir.
Örneğin, yazılmış kelimeleri kodlama veya konuşma seslerini tanıma gibi okuma süreçlerinin farklı bölgelerinde, her iki yarımda bulunan alt sistemlerin aktif olduğunu ortaya koymaktadır.
Sanatın algılanış biçimi açısından, bir görme ve bir işitme engeli olan bireyin algılama biçimlerini değerlendirmek uç örnekler oluşturur, ancak bu örnekler çok öğretici olabilir.
Sonradan sağır olmuş Beethoven, sağırken bile eser verebilmişken, bu durum nasıl açıklanabilir sorusuna girmiyorum bile.
Ancak görme engeli olan bireyin işitsel algısı, görmeye yetenekli birine göre farklı olabilir veya sağır bir bireyin görsel algıları çok gelişkin olabilir.
Tam da bu noktada 'nöroplastisite' kavramı önem kazanır. Beyin nöroplastisitesi, göreceli olarak yeni bir kavramdır.
Son 30 yılda hızla gelişen bilimsel araştırmalar sayesinde, bu kavrama göre beyin sadece erken dönemlerde değil, geç dönemlerde, yani yaşlılıkta bile nöroplastik yetenekler gösterebilir.
Nöroplastisite, beyin hücrelerimiz arasındaki bağlantıların değişen ihtiyaçlara göre yeniden şekillendiği, beyin hücrelerinin adapte olma yeteneği olarak tanımlanır.
Dr. Campbell'e göre, bu fizyolojik değişimler çevremizle etkileşimimiz sonucunda ortaya çıkar.
Beynimiz, ana rahminde başlayarak öldüğümüz güne kadar bu dinamik işlem sayesinde deneyimlerimizden öğrenir ve farklı durumlara adapte olur.
2005 yılında yapılan bir çalışmaya göre, müzisyenlerde beynin ana işitsel merkezi olan ve temporal lobda yer alan Heschlgiruslarının diğer beyinlere göre daha büyük olduğu saptanmıştır.
Bu nedenle herkes sanat üreticisi yani 'sanatçı' olamaz. Algılama ve dolayısıyla beyinsel farklılıklar açısından da herkes sanatı ya da sanatsal öğeleri aynı şekilde algılayamaz.
Bu da yine beynin konuyla ilgili merkezleri arasındaki anatomik ve fizyolojik farklılıklar ile bağlantı çeşitliliği anlamında değişikliklerle ilgilidir.
Örneğin, herkes opera sevmez. Opera dinlemek, kimi insanlar için bir sanat ziyafeti iken, kimileri için 'işkence' bile olabilir.
Kültürel farklılıklar, alışkanlıklar ve birçok faktörün etkisiyle ortaya çıkan nöroplastik beyin değişiklikleri ve sosyokültürel değişkenler açısından, bu durum oldukça normaldir.
Sanatın ve beynin estetik kavramıyla birleştiği noktanın nöroestetik olarak dinlendiren yanını irdelemek istedim.
Sanatın görece bir kavram olduğu varsayımı da Nöroestetik ile daha iyi ifade edildiğini de görmüş oluyoruz…
Sanatla, sağlıkla kalın.
Vahap Aydoğan
Independent Türkçe