Sürekli ilerlemeyi ve yayılmayı büyük Roma hayali ile birleştiren bu yeni ulusun büyük pastadan pay kapmak için gözüne kestirdiği yer Osmanlı'nın Afrika'daki son vatan toprağı olan Trablusgarp'tı.
İtalyanlar yardımsever bir kisve ile sızdıkları Libya'yı ekonomik anlamda desteklemek ve kalkındırmak için yoğun bir yatırım faaliyetine girişmişti.
Banca di Roma, Trablusgarp bölgesinde sayısız emlak satın almış, İtalyanların buraya ticari kaygılarla yoğun bir biçimde gelmelerini sağlamıştı.
Özellikle İtalya ve Trablusgarp arasında başlatılan vapur seferleri iki bölge arasındaki yoğun ticari ilişkiyi daha da güçlendirmişti.
Ticari ilişkiler kültürel sahaya taşınarak birçok İtalyan okulunun açılması Trablusgarp ve İtalya arasında daha da hassas bir ilişki kurulmasını sağladı.
İstanbul hükümeti başlangıçta İtalyanların bu teşebbüslerini iyi niyetli faaliyetler olarak okumayı tercih etti.
İtalya ise her geçen gün Trablusgarp üzerinde yeni haklar elde ediyor, Osmanlı toprağı olan bölgeyi kendisine ait özerk bir yapıymış gibi davranıyordu. İtalyanların ise siyaseten dikkat ettiği tek husus diğer Avrupalı devletleri kızdırmamaya ve gücendirmemeye dikkat etmekti.
İkinci Meşrutiyet İtalyanlara Trablusgarp kapılarını açıyor
1908 yılında Makedonya bölgesinde dağa çıkan bir grup genç Osmanlı subayı Sultan Abdulhamid'e meclisi tekrar açarak meşruti sisteme fiilen geçilmesi için yoğun bir baskı uyguluyordu.
Güçlü bir istihbarat ağı oluşturarak devletin siyasi gücünü en ücra noktalara kadar ulaştırmayı başaran Sultan İkinci Abdulhamid, kendi subayları arasında meydana gelen örgütlenmenin sınırlarını fark etme konusunda gecikti.
Bölgeye gönderdiği üst düzey yetkililerin öldürülmesi veya kaçırılması bu küçük isyanın ülkenin dört bir yanından destek bulmasına neden oldu.
Genç bir subay olan Enver Bey, Selanik'ten İstanbul'a gönderdiği telgrafta tek taraflı olarak Meşrutiyet ilan ettiğini İstanbul'a bildirdi.
Bu telgraf, yurdun dört bir yanından gelen başka telgraflarla destek buldu. Sultan Abdulhamid örgütlü ve organize bir yapı ile karşı karşıya olduğunu anladığında iş işten çoktan geçmişti.
Sultan Abdulhamid devletin daha büyük bir zayiata uğramaması ve karışıklığın bir an önce son bulması için isyancı genç subayların meşrutiyet taleplerini kabul ettiğini bildirdi.
Osmanlı başkentinde yaşanan bu hareketli gelişmeleri yakından takip eden bir odak daha vardı.
O da Trablusgarp bölgesinde oluşturduğu iktisadi ve kültürel hegemonya ile bölgeyi arka bahçesi olarak gören İtalyanlardı.
Bu gelişmelerden sonra İtalyanlar Trablusgarp üzerindeki baskı ve gücünü artırarak İstanbul ile olan ilişkileri iyice zayıflatmak adına harekete geçtiler.
Fakat bölgede hala çekindikleri güç tam anlamıyla Osmanlılar değil, Fransızlardı. Bu sebeple İtalyanlar Fransız yönetimi olan Fas bölgesine bir savaş gemisi gönderdi.
1911 Agadir krizi olarak nitelendirilen bu hareketle İtalyanlar aslında Fransızların tepkisini ölçmeye çalışıyordu.
Fransızlar ellerindeki bölgeleri riske atmak yerine İtalyanların Trablusgarp üzerindeki siyasi emellere karışmamayı tercih etti.
Artık İtalyanların Trablusgarp hayali arasında yalnızca Osmanlılar kalmıştı.
1908 yılında ilan edilen Meşrutiyetten sonra kendi iç siyasetindeki sorunları bir türlü aşamamış Osmanlı' Devletinde meclis ve Bab-ı Ali sürekli olarak bir gerilim halindeydi.
Kendi iç sorunlarıyla uğraşan hükümet bu sebeple Agadir krizini doğru okuyamamıştı.
İngilizlerin de İtalyanların Trablusgarp üzerindeki haklarını meşru gören bir açıklama yapmasından sonra işgal hazırlıklarına başlayan İtalyanlar için yalnızca bir sebep bulmak gerekiyordu.
Bu konuda ciddi bir gerekçe üretilemeyince Osmanlı Devleti'ne Trablusgarp'ta yaşayan İtalyanların kötü muameleye uğradığını iddia eden sert bir nota verildi.
Trablusgarp'ın sembolik anlamı
1911 yılı Ekim ayı ortalarında Osmanlı idarecileri İtalyanların Trablusgarp'ı işgal etmeye hazırlandığını ancak idrak etti.
Fakat nasıl bir tepki verileceği konusunda ciddi bir kafa karışıklığı söz konusuydu.
Bölge Afrika'daki son vatan toprağıydı; ama daha önemlisi Arap coğrafyası başta olmak üzere birçok halk Osmanlı idaresinin bir vatan toprağını kolayca terk etmesini müspet karşılamayacaktı.
Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran İttihat ve Terakki Partisi'nin genç subayları da anti-emperyalist tutumlarıyla bu sömürgeci devletine karşı sert muhalefet içindeydi.
Hükümet İtalyanlara karşı koyabilecek bir askeri güç ve ekonominin mümkün olmadığını biliyordu. Fakat bir grup gönüllü subayın İtalyanlara karşı gayrinizami harp teklifini Genelkurmay Başkanlığı kabul etti.
Bu subaylar içinde Enver Paşa, Mustafa Kemal, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref, Halil Bey, Fethi Bey gibi ileride Türki siyasal hayatında önemli işlere imza atacak genç isimler vardı.
Molla, tüccar ve öğretmen kılıklarında bu isimler İngiliz idaresi altındaki Mısır ve Fransız idaresindeki Fas yolunu kullanarak bölgeye geçiş yapmaya başladı.
Bu gençlerin içinde Enver, Süleyman Askeri ve Kuşçubaşı Eşref'in en önemli özelliği gerilla tarzı çatışma ve baskın yapma konusunda sahip oldukları tecrübelerdi; Enver Paşa Selanik bölgesinde dağlarda önce çeteleri kovalamış, sonra bizzat kendisi bir isyancı olarak dağa çıkmıştı.
Kuşçubaşı Eşref ise özellikle Hicaz bölgesinde uzun yıllar eşkıyalık yapmış; ancak Sultan Abdulhamid'in kendisini affettiğini bildiren irade-i seniyye ile Bursa'da bir çiftliğe yerleştirilebilmişti.
Bu iki isim İtalyanlara karşı girişilecek çatışmalarda belirleyici olacaktı.
Hatta bilhassa Kuşçubaşı Eşref'in geliştirdiği baskın yöntemleri ilerleyen yıllarda Ömer Muhtar isyanında da yoğun bir biçimde kullanılacaktı.
İtalyanlar tatile gelmişti karşılarında cihad için gelmiş Senusileri buldular
İtalyanlar gerekli koşullar sağlanıp da bölgeyi işgal etmeye karar verdiğinde herhangi bir zorlukla karşılaşacağını düşünmemişti.
Bu yüzden ilk etapta yapılan askeri çıkarmalar tören havası içinde bir şov şeklini almıştı. Gönderilen zırhlı birlikler ve askeri taburlar bir zorluk beklenmeyecek şekilde seçilmişti.
Trablusgarp içlerine doğru ilerleme başladığında İtalyan askerleri karşılarında Türk subaylarının emri altında örgütlenmiş yerel halkın sert direnişini buldu.
Yerel mücadelede Osmanlı'nın yanında yer alan Senusiler İtalyanların aksine direnişi yalnızca bir vatan savunması olarak değil, ayrıca dini bir mücadele olarak görüyordu.
Bu yüzden Trablusgarp isteksiz askerlerden oluşan bir işgal gücüne karşı kutsal bir savaş veren birliklerin mücadele sahasına dönüştü.
Ayrıca direnişte Şeyh Salih Tunusi ve Cezayirli Emir Ali Paşa gibi isimlerin bulunması Trablusgarp direnişinin Cezayir ve Tunus gibi bölgelerde de heyecan duyulmasına sebep oldu.
Trablusgarp cephesi Irak'tan Sudan'a Cezayir'den Tunus'a ve Anadolu'ya kadar uzanan bir bölgeden gelen gönüllü askerlerin mücadelesine sahne oluyordu.
Hatta Sudan'dan gelen Musa isimli siyahi bir gönüllü savaşta öylesine yararlılık göstermişti ki Milli Cephe komutanı Kuşçubaşı Eşref bu ismi emir eri olarak yanına alacaktı.
Direnişçiler karşı saldırıya geçiyor
İtalyanlar yaklaşık 34 bin kişilik bir kuvvetle Trablusgarp içlerinde ilerleyişine başladı.
Senusi liderlerinden Ahmet Şerif'in başını çektiği kuvvetler kısa sürede Enver Bey'in komutasında on binlerce kişiye ulaştı.
İtalyanlar Bingazi banliyölerinde kontrolü sağlamakta zorlanırken Derne'de Kuşçubaşı Eşref'in komutanlığındaki birlikler işgal ordularının ilerleyişini durdurmuştu.
Büyük bir şok yaşayan düşmanın kendisine gelmesini beklemek istemeyen Enver Paşa 11 ve 12 Şubat 1912 yılında Derne Vadisi ve Bingazi'nin düşmandan kurtarılması için saldırı emri verdi.
İtalyanlar, büyük zayiatlar verdiği bu saldırıları çok zor da olsa durdurmayı başarmıştı; ama Derne vadisi ve Bingazi'de saplanıp kalmıştılar.
Ayrıca gece baskınlarında İtalyanlara büyük kayıplar veriliyor, İtalyan ordusu büyük bir kibirle girdiği Trablusgarp'ta hareket edemez hale getirilmişti.
İtalya Trablusgarp stratejisini değiştiriyor
İtalyanlar ilk şoku atlattıktan sonra Trablusgarp komutanı General Caneva'yı görevden aldı.
Fakat bu da İtalyan ordusunun durumunu değiştirmedi; ama savaş bölgesinden çok uzakta yaşanan gelişmeler direnişin kaderini değiştirecekti.
İtalyanlar İstanbul'u işgal etmek tehdidiyle bölgeye savaş gemileri göndermiş ve On İki Ada'yı işgal etmişti. Balkanlar'da patlak verecek bir savaştan çekinen Osmanlı hükümeti İtalyanlarla 18 Ekim 1912 yılında Uşi Antlaşmasını imzaladı.
Buna göre İtalyanlar On İki Ada'dan çekilecek ve Osmanlı Sultan'ı Trablusgarp'ta halife olarak tanınacaktı. Osmanlı'da buna karşılık bölgedeki subaylarını geri çağıracaktı.
Osmanlı askerleri geri çekilmişti; ama bu subaylar ve Senusi lider Ahmed Şerif'in başlattığı direniş yalnızca Trablusgarp'ta değil; 700 kilometrelik bir alanda Tunus'tan Libya'ya kadar güçlü bir direniş hattı oluşturmuştu.
Bu hat, 1914 yılında başlayacak Birinci Dünya Savaşında çok daha güçlü bir direnişe sahne olacaktı. Yani Uşi Antlaşması ile sanıldığının aksine direnişi Osmanlı için bitmemişti.
Aksine Ahmed Şerif öncülüğünde bu direniş büyüyecek hatta İngilizlere karşı Mısır üzerine dahi büyük bir harekât başlatacaktı.
Atatürk ve direniş cephesi
Atatürk, cephe hattına giderken Salih Bozok ve Fuat Bulca'ya mektuplar bırakacaktı.
Bozok'a annesini emanet ederken Bulca'ya yazdığı satırlarda vatan savunması için gittiğini söylüyordu:
Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan fazla gayret ve fedakârlık elzemdir… Beni unutmayın.
Mustafa Şerif takma adıyla ve yerel kıyafetlerle yola çıkan Gazi Paşa yolda cepheye varmadan hastalanmıştı.
Bir yandan da aklı annesindeydi; çünkü diğer arkadaşlarının aksine pek fazla kimi kimsesi olan birisi değildi.
Mısır'da Trablus'a geçmek üzereyken yetkililere yakalandı. Bereket versin namuslu Mısırlı yetkililere denk gelmişti. İtalyanların barbar saldırısından rahatsız olan Mısırlılar, bu geçişe itiraz etmeyecekti.
Şark Gönüllü Kumandanlığı ünvanıyla Tobruk üzerine önemli karşı saldırılar üstlenen Gazi Paşa, 16 Ocak tarihinde bir İtalyan saldırısında sol gözünden yaralanacaktı.
Paşa'nın emrinin altında yaklaşık 8 bin Arap gönüllü vardı ve özellikle gece yapılan ani topçu saldırılarıyla düşmana önemli kayıplar verdirmişti.
Düşmana karşı yürütülen pusu taktikleri ile Mart ayında İtalyanların ciddi kayıplar vererek çekilmesi sağlandı.
1912 yılının mart ayında Balkan krizi baş gösterince Atatürk, bu kez doğduğu toprakları korumak için önce İstanbul'a dönecekti.
Atatürk, Trablusgarp cephesine vatan savunması için gitti. Bugün birilerinin düşündüğü gibi "Onlar Arap'tır, ne halleri varsa görsünler" gibi bir yaklaşım içerisinde olmadı.
Bu ruh-i halet Cumhuriyet'ten sonra da değişmedi. Afganistan'a onlar Afgan'dır deyip yüz çevirmedi veya Irak'a bunlar Arap'tır diyerek mesafe koymadı.
Hatta bazılarınca radikal olarak tanımlanan Senusilerle dahi bağını hiçbir zaman koparmadı.
Bugün birileri Gazi Mustafa Kemal'i Arap düşmanı gibi gösterme gayretinde ama yaşadığı dönemden 1960'lı yıllara kadar Arap dünyasında en popüler liderlerin başında geliyordu.
Hatta devlet dairelerine Atatürk posteri asacak kadar bir hayranlık söz konusuydu. Tunus'un eski lideri Habib Burgiba'nın en büyük vaadi Tunus'un yeni Atatürk'ü olmaktı.
Sözü Atatürk'ün ölümüne kadar dostluğunu sürdürdüğü Libyalı bir ailesine bırakalım.
Aile fertleri bir araya gelmiş, konuşuyorlardı ve ben de onların konuştuklarına kulak misafiri oluyordum. Bu duyduğum şeyler bırakın bir Libyalının duyabilmesini, bir Türk vatandaşının bile işitip, öğrenmesi imkânsız değerli bilgilerdi. Babam Atatürk'ü, vatan sevgisinin, gasp edilen topraklara yardım etmek için gitmeye teşvik ettiği bir subay olarak tanımıştı.
Babam, Atatürk'ün gözlerinde o parıltıyı görmüş, hatta düşünceli bakışlarından onun sadece kötü şartlar içinde yasayan Libya'da değil tüm dünyada başarılı olacağını anlamıştı. Atatürk'ün babama yansıyan bu intibaı hala aklımın bir kösesinde saklıyorum. Yirmili yıllarda gazeteler onun fotoğraflarını yayınladığında babam hemen onu tanımış, gelecekteki sanlı haberlerini bekler olmuştu.
Vatan sevgisi ve imanı tam olan ninem ise, Atatürk'ün giriştiği tüm islerinde ümmetin hayrı için başarılı olmasını temenni ederdi. Mesajını tamamlaması için Allah'tan ona uzun ömürler vermesini isterdi. Mustafa Kemal Pasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olup, Ankara'yı başkent ilan ettikten sonra, dayım olan Rasim Ferit'i özel doktoru olarak yanında götürdü.
Doktoru olmakla birlikte, parlamentoya milletvekili olarak girdi ve Atatürk'le hayat boyu dost olarak kaldı. Diğer dayım olan Sadettin Ferit ise avukatlık yapmaktaydı. Kendisinden Ankara'ya gelmesini istese de buna kesinlikle razı olmayıp, İstanbul'da kalarak, ceza avukatı olarak çalışmayı tercih etti. Ancak milletvekili seçilmesinden sonra, Ankara'ya sadece meclisteki oturumlar için gidip, gelmekteydi.
Ankara'nın yeni başkent olmasından pek hoşnut olmamıştı. Bazı konularda Atatürk'e katılmıyordu. Buna rağmen Atatürk kendisiyle olan dostluğunu korumaya devam etti ve kendisine katılmadığı görüşleri eğer varsa korkmadan bildirmesini isterdi.
(Abdulrahman El-Benghazi,
Atatürk ve Atatürk Devrimlerinin
Kuzey Afrika Fikir ve Düşünce Hayatına Etkileri)