Yılbaşı ağaçları çoktan kuruldu ve gözümüzü alamadığımız renkli ışıklarla süslenmeye başladı bile. Bu da bir yıla daha veda etmeye hazırlandığımız anlamına geliyor. Geride bıraktığımız 12 ayı nasıl geçirdiğimizi değerlendirmek için mükemmel bir zamanlama...
Bu yıl bizlere, ekran başında saatlerce keyifle izlediğimiz, bir bölüm bitince diğerine geçmeden edemediğimiz birçok nefis dizi sundu. Beklenmedik hazinelerden başarılı kitap uyarlamalarına, çarpıcı bilimkurgulardan eğlenceli komedilere kadar sayısız dizi izledik.
Şimdi sıra onlar arasından en iyi ve iz bırakanları seçmeye geldi. Prömiyerini 2024'te yapan ve bu sene izlemediyseniz bile ilerleyen günlerde zaman ayırmanızı önerdiğimiz 10 diziyi sıraladık.
Şimdiden iyi seyirler...
Presumed Innocent
Bir filmi, diziyi ya da kitabı çok sevdiğimde ondan bahsetmeden duramam. Presumed Innocent, bana tam olarak bunu yaptı; susmak bilmedim.
Scott Turow'un çok satan romanından uyarlanan dizinin başrolünde nefis performansıyla akıllara kazınan Jake Gyllenhaal var.
David E. Kelley tarafından yaratılan bu gizemli hukuk draması, savcı Rusty Sabich'in meslektaşının öldürülmesiyle suçlanmasının ardından yaşanan adli ve kişisel dramayı etkileyici bir şekilde ele alıyor.
İzleyicisine sürekli sorular sorduran gerilim dolu senaryosu ve ince işlenmiş karakter gelişimleri, adaletin doğası, ahlaki ikilemler ve insanın iç çatışmaları hakkında derinlemesine bir bakış sunuyor.
Gyllenhaal'un iniş çıkışlı hikaye boyunca bazen kararan bazense aydınlanan yüz ifadesi olayların gidişatıyla ilgili çok şey anlatıyor. Ruth Negga, Peter Sarsgaard ve Bill Camp'in etkileyici performanslarıyla alkışı hak ediyor. Camp, Rusty'nin hem meslektaşı hem de dostu olarak ayakları yere basan, güvenilir bir duruş sergilerken, Sarsgaard'ın canlandırdığı antagonist savcı, hikayeye intikam arzusu ve dramatik gerilim katıyor.
Çok katmanlı anlatısıyla insanı içine çeken Presumed Innocent, bence bu yılın en iyisi.
Shōgun
James Clavell'in 1975 tarihli romanından uyarlanan Shōgun'a Game of Thrones benzetmeleri yapılmış olsa da 10 bölümlük büyüleyici dizi için bu yakıştırmalar basit ve yersiz kalıyor.
Rachel Kondo ve Justin Marks'ın görkemli destanı, Kanada'da çekilmiş olmasına rağmen Japonya'nın zengin kültürüne ve derin güzelliklerine bir ağıt niteliğinde.
Edo dönemi Osakası'nda Britanyalı denizci John Blackthorne'un gemisinin karaya oturması ve savaş lordu Torunaga'nın hizmetine girmesiyle iki farklı dünyanın çarpışması mükemmel bir şekilde yansıtılıyor.
Modern izleyicilere epey yabancı gelmesi olası gelenek ve kültürler içinde geçen hikaye, kimi zaman neredeyse fantastik bir seyirlik sunuyor.
Dizinin asıl gücü, ne karmaşık entrikalarında ne de dudak ısırtan aksiyon sahnelerinde yatıyor. Shōgun'ın etkisi, merkezindeki akıllara zarar insan hikayelerinde gizli.
Torunaga'nın gizemli manipülasyonları, Yabushige'nin kişisel çıkarı için utanmazca yaptığı hamleler, Fuji'nin sessiz trajedisi ve Leydi Mariko'nun hüzünlü zarafetiyle bezeli asaleti, diziyi ilk bölümden büyük finale dek büyüleyici kılıyor.
Tek kelimeyle muhteşem.
Say Nothing
Dönem dizilerine ilgi duyuyorsanız, hele bir de Kuzey İrlanda'daki çalkantılı "The Troubles" zamanları ve IRA'in vukuatlarını anlatan yapımlardan hoşlanıyorsanız sizi hızlıca buraya alalım.
Patrick Radden Keefe'nin çok beğenilen aynı adlı kitabından uyarlanan FX dizisi Say Nothing, o dönem Belfast'ta yaşananları, tarihi, siyasi ve kişisel anlatıların sürükleyici bir karışımını inceleyerek işliyor. Çatışmayı, 10 çocuk annesi Jean McConville'in IRA tarafından kaçırılıp öldürülmesi ve bunun ailelerle topluluklar üzerindeki uzun süreli etkileri de dahil olmak üzere belirli olayların merceğinden inceliyor.
Uyarlama, Keefe'nin kitabındaki karmaşık dengeyi korurken dönemin keskin gerçeklerini görselleştiren incelikli hikaye anlatımıyla övgüyü hak ediyor.
Anlatı, gerçek suç ve tarihi drama unsurlarını birleştirerek izleyicileri çatışmanın ahlaki belirsizliklerine ve duygusal ağırlığına çekiyor. Oyuncular, karmaşık karakterlere gerçeklik kazandırmayı başaran güçlü performanslar sergiliyor. Özellikle Lola Petticrew'a kocaman bir alkış.
Say Nothing kaosa çok kolay sürüklenebilirdi. 40 yıl boyunca bir ileri bir geri zıplayan kurgusu ve izleyicisini çok sayıda karakterin hem genç hem de yaşlı halleriyle tanıştırması onu içinden çıkılmaz bir hale getirebilirdi. Ancak anlattığı hikayeye ve tarihe son derece hakim olduğu için bu yanlışa düşmüyor, izleyicisinin kafasını karıştırmıyor ve sizi hikayenin içine çekiveriyor.
Travma ve adalet arayışını etkileyici bir şekilde tasvir eden Say Nothing, siyasi çekişmelerin insani bedelini ve çatışma sonrası toplumlarda uzlaşmanın zorluklarını irdelemek isteyenler için birebir.
Under the Bridge
Yine bir kitap uyarlamasıyla karşınızdayız. Rebecca Godfrey'nin aynı adlı kitabına dayanan Under the Bridge, genç bir kızın trajik ölümünü ve sonrasında yaşananları konu alıyor.
Ana hikaye kasaba halkı, gençler ve ailelerin iç içe geçmiş sırlarını açığa çıkaran bir cinayet davasına odaklanıyor. Polisiye unsurlarla duygusal derinlik arasında denge kurmayı başaran dizinin yaratıcıları, karakterlerin karmaşık ilişkilerini ve kasabanın karanlık yönlerini öne çıkarıyor.
Karmaşık ve katmanlı hikaye anlatımıyla öne çıkan suç draması, gerçek bir olaydan esinlenilmiş olmasıyla daha da etkileyici bir hal alıyor.
Godfrey'nin kitabından öne çıkan temaları başarıyla görselleştiren Under the Bridge, sunduğu toplumsal eleştiriyle izleyiciye empati kurma şansı da sunuyor.
Oscar adayı Lily Gladstone'un varlığı dizinin en büyük şanslarından biri. Riley Keough, yıllar önce terk ettiği kasabasına dönen Rebecca rolünde izleyicinin karşısına çıkıyor. Under the Bridge, bu noktada Amy Adams'ın 2018 tarihli dizisi Sharp Objects'e de yakınlaşıyor.
Gladstone'un başarılı performansıyla Emmy adaylığı kazandığını da hatırlatalım.
Baby Reindeer
Richard Gadd'ın aynı adlı otobiyografik tek kişilik gösterisinden uyarlanan Baby Reindeer, bu yılın belki de en çok konuşulan dizisiydi. Bana sorarsanız hak etti de.
Gadd'ın kendisinin başrolünde yer aldığı, derinlikli kara komedi-drama harmanı, Donny Dunn karakteri üzerinden mizah ve gerilimi dengeli bir şekilde birleştiriyor.
Gadd'ın kendi travmatik deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı hikaye, hem saplantılı bir takipçiyi hem de geçmişte yaşanan istismarların yankılarını cesur bir şekilde ele alıyor.
İzleyicisini rahatsız edici ancak bir o kadar etkileyici bir yolculuğa çıkaran Emmy ödüllü mini dizi, otobiyografik anlatıların televizyon uyarlamalarında yeni bir çıta belirlerken, travma, sınır ihlalleri ve toplumsal normların sorgulanması gibi temaları da cesurca işliyor.
Hem Gadd'ın hem de saplantılı takipçi Martha rolündeki Jessica Gunning'in performansı, psikolojik derinliğiyle övgüyü hak ediyor.
Baby Reindeer, izlemesi kolay olmayan ama derinlikli hikaye anlatımıyla kaçırılmaması gereken bir mini dizi.
Sugar
Colin Farrell'ın her rolünde olduğu gibi yine harikalar yarattığı Sugar, izleyiciye modern Los Angeles'ta geçen, türler arası bir özel dedektif hikayesi sunuyor. Türler arası derken abartmıyorum: Kara film, western ve hatta bilimkurguyu kapsayan ve gangster entrikalarını da işin içine katan dizide Farrell, gizli bir ajans için çalışan John Sugar adındaki tuhaf bir dedektifi canlandırıyor.
Şiddetten nefret ediyor ama yeri gelince şiddet uygulamakta üstüne yok. Eski filmlere aşık, ateşli bir sinefil. Savunmasız insanlara ve köpeklereyse hiç kıyamıyor. Böyle bir karakterle karşılaşınca Sugar'ın izleyicisi, kendini "Bu nasıl bir adam böyle" diye sorarken buluyor...
Mark Protosevich'in yaratıcılığında hazırlanan dizi, klasik noir geleneklerine bağlı bir hikaye sunarken modern bir yaklaşımla tarzını güçlendiriyor.
Ekim 2024'te ikinci sezon onayını alan Sugar, izleyicilere hiç kuşkusuz daha fazlasını vaat ediyor. Özellikle noir türünü sevenler için Colin Farrell'ın büyüleyici performansıyla şekillenen Sugar kaçırılmaması gereken bir cevher.
Supacell
Öncelikle belirtmem gerekir ki süper kahraman filmlerinden ve dizilerinden hoşlanmam. Ama yaratıcılığını Rapman'ın üstlendiği Supacell, alışılagelmiş bir süper kahraman hikayesi anlatmıyor.
Modern Güney Londra'da geçen dizi, sıradan 5 kişinin, orak hücre hastalığına dair ortak aile geçmişleriyle bağlantılı olarak beklenmedik süper güçler kazanmasını konu alıyor.
Tosin Cole ve Adelayo Adedayo gibi güçlü bir oyuncu kadrosuyla hayat bulan yapım, bu karakterlerin hem birbirlerini bulma çabalarını hem de onları kontrol etmeye çalışan gizli bir organizasyona karşı verdikleri mücadeleyi işliyor.
Süper kahraman türüne getirdiği yenilikçi bakış açısıyla dikkat çeken Supacell, sadece aksiyon değil ırksal profil çıkarma, yoksulluk ve teknoloji bağımlılığı gibi toplumsal meseleleri de ele alıyor.
Yer yer Heroes zaman zaman da Misfits'i anımsatan dizinin Ağustos 2024'te ikinci sezon onayını kaptığını söylemekte fayda var.
One Day
Mendilleri hazırlayın, One Day tüm sahiciliğiyle hiç acımadan canınızı yakmaya geliyor... David Nicholls'ın aynı adlı romanından uyarlanan One Day, Edinburgh Üniversitesi'nin mezuniyet balosunda tanışan Emma ve Dexter'ın 14 yıllık ilişkisini konu alıyor. Dizi, zamana yayılan bu hikayeyi incelikle işlerken izleyicisine pek çok duyguyu aynı anda hissettirmeyi başarıyor.
Zamanın geçişini duygu dolu bir şekilde ekrana taşıyan One Day, samimi anlatımı ve tutkulu romantizmiyle klasik bir aşk hikayesini içinize işleyecek şekilde anlatıyor.
Ambika Mod'la Leo Woodall'un başrollerini paylaştığı romantik drama, hem neşeli hem de kasvetli olmayı başarırken gündelik hayatlar, zaaflarımız, nostalji ve insan olmak üzere düşünmenizi de sağlıyor.
Yüzünüze inecek bir tokat ya da midenize yiyeceğiniz bir yumruk da olsa, One Day'i gözünüzü bile kırpmadan izleyip "İyi ki" diyorsunuz: "İyi ki izledim."
The Penguin
Yine Colin Farrell yine alkışlar... HBO'nun çok konuşulan suç dizisi The Penguin, Gotham'ın karanlık suç dünyasında Oswald "Oz" Cobblepot'un güç yolculuğunu takip ediyor. Dizi için tanınmaz hale gelen Farrell, beceriksiz ve gaddar bir canavarın ardındaki yaralı ruhun izlerini, bakışlarındaki derinlikle izleyiciye geçiriyor.
Yağmurların eksik olmadığı karanlık ve kasvetli Gotham, toplumsal çürüme ve yozlaşmayla dolu bir yer olarak bir kez daha derinlemesine keşfedilirken bir yandan da dizideki bir karakter gibi öne çıkıyor.
Şehirdeki güç mücadelesini etkileyici bir şekilde tasvir eden The Penguin, karakterler arasındaki ilişkilerin evrimini izleyicisine başarıyla sunuyor.
Cristin Milioti'nin performansına da değinmeden geçmemek gerek. Delilik ona pek yaraşmış, Farrell gibi o da gözleriyle konuşuyor.
Baba (The Godfather) ve White Heat gibi gangster klasiklerine yaptığı göndermelerle de dikkat çeken bu Batman'siz Batman hikayesi, girdiği ağır yükün altından başarıyla kalkıyor.
Black Doves
Aksiyon, casusluk ve duygusal derinliği benzersiz bir anlatıda harmanlayan Black Doves, yıl bitmeden türün meraklıları için hızır gibi yetişti.
Başrolleri paylaşan Keira Knightley ve Ben Whishaw, üsluplar arasında maharetle hokkabazlık yapabilen Black Doves'un kendisi gibi çift kimlikli olan iki casusa hayat veriyor.
Birleşik Krallık Savunma Bakanı'nın eşi Helen'ın sırlarla dolu geçmişinin su yüzüne çıkmasını anlatan dizide Knightley, yer yer kırılgan bazense güçlü bir karakter çizerek izleyiciyi büyülüyor.
Büyük isimleri küçük ekranda buluşturan yüksek tempolu gerilim, yerinde mizah dokunuşlarıyla da öne çıkıyor.
Nicelikten çok niteliğe değer veren ve izleyicinin zekasına saygı duyan Black Doves'un 6 bölümü, su gibi akıp gidiyor ve izleyicisini daha fazlasını ister bir halde bırakıyor.